Hey gidi günler, hey! “Yaşa ki neler göresin” derler ya, 60 ve 80 darbeleri, 28 Şubat Post Modern Darbesi, yaşadığım hayat serüveninde emrolduğumuz gibi adil şahitlerden olmaya haksızlığa karşı sesini yükseltenlerden olmaya gayret ettim! Nice kardeşlerimiz ne zor günler geçirdiler. Hala o günlerin acısını çekenler var.
Bütün bu olanlar bizim için bir imtihandı. Elhamdülillahi Rabbil alemin! Alemlerin Rabbine hamdolsun. Ve geldiğimiz nokta: İsmet Özel’in dediği gibi “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar ... / kazandım nefretini fahişelerin lanet ediyor bana bakireler de”.. O zaman “surat asmak hakkımız” değil mi, biraz da! Elimle düzeltemediğim, dile gelmeyen durumlarda, susarken de haykırmak için kravat takmıyorum, biliyorsunuz. Bunun kendi dünyamda özel sembolik bir anlamı var. Haksızlıklara, zulme, sömürüye ve onlarla iş birliği içinde olanlara karşı kalbimden geçenlerdir öfkeli suratlarımızdaki öfke ifadesi.
Benim en büyük oğlum “Ali Osman” 28 Şubat'ta, başörtüsü yasaklarına karşı eylem çağrısı için il il dolaştığımız günlerde beraber olduğumuz ve elele eyleminden sonra birlikte gözaltına alındığımız, okuldan atılan kızlarımızdan biri olan Sezin ile evlendirdim.. Başörtüsü mücadelesin ön saflarda bulunan, bedel ödeyenlerden Sezin bugün benim gelinim. Sezin ve Ali Osman’ın ilk çocuğunun ve benim ilk torunumun ismi ise Ömer. İnşallah bu mücadele azmini onlar devralacaklar... “Aranan Ömerler”den olacaklar.
Biz ailece “sabıkalı” tipleriz! (Elhamdülillah). Damadım 28 Şubat'ta Ziraat Fakültesi'ni bitiriyor. Yüksek lisansını yapıyor, verilen tez konusu ne biliyor musunuz: “Şaraplık üzüm ırkının ıslahı.” Tabi yüksek lisansı bırakıp askere gidiyor. Af çıktı ya, şimdi yeni bir tez aldı, onu bitirmeye çalışıyor, 20 yıl aradan sonra. Bir ara Bursa Büyükşehir'de çalışıyordu, mühendis olarak, bugünkü başkan döneminde. Başına gelmeyen kalmadı. Mahkemelik olma noktasında bir AK Parti'li bakan devreye girdi de başka il'e gitti. O günlerin çilesini çekenlerle, sefasını sürenler, ya da iktidar olurken verdikleri sözü unutup, karşı çıktıklarına benzeyenlerin sayısı aramızda o kadar çok ki! Onlar ötekilerden daha şerir olabiliyorlar bazen! Yani boynuz kulağı geçiyor bu gibi durumlarda.
Bir diğer oğlumun İBB’de bizimkilerin döneminde yaşadıklarını, ister Prof. Dr. Erman Tuncer’e sorun, ister bugünkü İstanbul valisine. Benim başıma gelenleri biliyorsunuz daha birkaç gün önce mahkemedeydim. AK Parti ve KADEM suçluyor, ben kendimi savunuyorum. Bir de özür dilememi istiyorlar.. Onlar demek ki beni hiç tanımıyorlar. Ben 28 Şubat'ta “Yaşasın Şeriat” diye kitap yazıp yayınlayan biriyim. “Bir elime güneşi, bir elime ay’ı verseniz, yine de kabul etmem teklifinizi” diyen bir peygamberin ümmetiyim ben. Sizin suç isnat ettiğiniz yazıları hemen hemen her ay yeniden yayınlıyorum bir şekilde. Şimdi de “tamam sen öyle demedin ama, birileri o sözleri yanlış anladı, bu da bizim itibarımıza zarar verdi” diyorlar. 3 yıla yakın zamandır, belki 40 kez açıkladım, birileri ne demek istediğimi anlamamışsa, o benim suçum mu?
Gelinim Sezin ve arkadaşları ile Türkiye turundaki grupta Ahmet Taşgetiren de vardı, Ahmet Mercan da. Sanatçı arkadaşlarımız da vardı. O gün bu kızları çatısı altında barındıran dernek AKDER’di. KADEM çıkınca AKDER unutuldu gitti. Daha önceki İslami kadın dernekleri de. AKDER’deki kızlardan biri de bugün milletvekili.
Hanımım Asiye, Şule Yüksel ile beraber yola çıkanlardan. Onun 60’lı yıllarda Ankara’daki çalışma grubundaki öğrenciler arasında benim kız kardeşim Neslihan’ım, dayımın kızları da vardı. Asiye'de n kızlardan biri imiş. Oradan tanışırlar. O beraberlik buluşturdu bizi. Biz “bu yol”da buluştuk. Biz evlendikten sonra da, Ankara’daki ve İstanbul’daki hemen hemen, bütün İslami kadınlara yönelik oluşumların içinde, çevresinde, destekçisi oldu. Üniversitedeki “eteği dizinin altında olan kızlar”ı örgütleyenler de bunlardı. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah Partisi geleneğinden gelirler. O partilerin kadın kollarını örgütleyenler bunlardı. Bize de böyle bir gelin yakışırdı. Saraydan kız kaçıracak halimiz yoktu. Çileyi ve Hüznü, neşeye önceleyenlerden, kam almak için değil, Allah rızası için bedel ödemeye hazır biri olmalıydı, yoksa bizim kahrımızı nasıl çekerdi.
Sezinim’i tıp fakültesi son sınıfta okuldan attılar. Medine Bircan'ı başını açmıyor diye hastaneye almayıp, hastane kapısında “öldürenler” kızıma mı acıyacaklar. “Başı açık fotoğraf vermiyor” diye Transkripsiyonu bile vermediler. Sezin'in anne babası bu ilk çocuğunun doktor olmasını çok istiyor. Anadolu’dan bir başarı hikayesi yazacaklar. Ama “Laikçi Çağdaş kafa”nın gözü dönmüş, ikna odalarında mobing uyguluyorlar, kadın kadına! O gün birileri kızlarımıza “başını açacaksın” diye baskı uyguluyordu, bugün 81-1=80 ilde “özür diletmek için” dava açarak yargı yolu ile ve siyaseten mobing uygulamak için, o gün BÇG’li kadınların mobingine uğrayanların çocukları! Bazı arkadaşları peruk taktı, bazıları başını açtı, alt sınıftan bazıları okulu bıraktı. Bunalıma girenler oldu. Ailesi ile sorunlar yaşayanlar oldu. Allah hepsinden razı olsun, o zor günlerde herkes bir şekilde gücü yettiğince direndi. Kimi rapor aldı, kimi yurt dışından ders aldı saydırdı. Çünkü bir iki yıl içinde, özellikle peruk takıp Photoshop resim üzerinden o son sınıftakilerin çoğunu mezun ettiler. Benden işlemediğim bir suçun özürünü dilememi isteyen KADEM’ciler şunu bilsinler, Sezin’ime dedim ki, “Kızım boş ver diplomayı, biz direnelim. Allah bize başka bir kapı açar, tarihe not düşelim. Senin için yurt dışı imkanlarını araştıralım. Tamam birkaç yıl harcarız, dil de öğrenirsin ama sabredelim ve direnelim” dedim. Kadere, Rızga Ecele hükmeden bir Allah var. Hasbunallah! Kızım da “tamam” dedi. Önce dil kolaylığı olur diye Bakü’ye gönderdik. Bakü’de, akamedik anlamda bazı sorunlar çıktı, Bizim için sürpriz olmayan bildik şeyler... Yoksa Rusça öğrenmeye başlamıştı, Bakü’de kaldı o dönem. Sonra döndü. O zaman Viyana yolu açılmıştı. Haydi Viyana’ya dedik. Önce dil yeterlilik, ardından Viyana tıp alttan eksik gördüğü dersleri vardı, onu tamamladı. Tam stajlara başlayacak, çocuğu oldu. Kocası, oğlum Dubai’de, bir Türk markasının yatırımlarını koordine ediyor. Onun hakkında da bir sürü asılsız akla ziyan iddialar ileri sürdüler. Biliyorsunuz, Viyana’da İslam İlahiyatı ile birlikte Katolik İlahiyatını da eş zamanlı okuyabilir mi diye bir yol aradığımız bir zamanda kızımı Rahibe ilan ettiler. Bu trollerin yatacak yeri de yok. Bunların sağı-solu, alevisi-sünnisi, Türkü-Kürdü yok. Hepsi aynı pislik. Sloganları aynı olmasa da uslubları ve zihniyetleri aynı!
Türkiye’de ilk bilişim şirketlerinden birini kuruyoruz. Amerika’dan bir FireWall şirketinin ürünlerinin Türkiye’de satış temsilciliğini alıyoruz. Bu firmanın ürünlerini ABD hava kuvvetleri de kullanıyor. Buradan benim oğlum “Amerikan hava kuvvetlerinin Türkiye temsilcisi oluyor”. Bu Trol çetesinin ahlakı (!?) bu!
Bizim hikayemiz “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” insanların hikayesi. Biz “Sakarya saf çocuğu masum anadolunun / Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..” şiirleri ile yürüdük bu yolları! “Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta” ve herkes yaptıklarının yapması gerekirken yapmadıklarının hesabını verir. Toplumun ufkunu karartmış bir manzara var karşımızda, Trans Humanizm, İstanbul sözleşmesi, Toplumsal cinsiyet belası “bütün ufkumuzu tutmuş!” manzara şu: “Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...”
Elbette her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Biz aydınlık savaşçıları olalım. Gün doğar-batar, sonuçta sonsuzluğa giden bir yolda yürür Müslüman, “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! / Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!” diyerek. Güneş yine doğacak, ortalık aydınlanacak. Yaşadıklarımız bir imtihan. Birileri nasıl cennete ya da cehenneme gidecek bu işler böyle olmasa. Allah bize, bizi, mallarımızla, canlarımızla, sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek bizi imtihan edeceğini söylemedi mi? Bu dünyada tartışıp durduğumuz şeylerin bize hakikatinin gösterileceği bir gün var. Bize düşmanlık edenler de Allah’ın iradesi ve kaderin içinde bir yer alıyorlar.
“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın” der geçeriz, 28 Şubat günlerini hatırlayıp. Sonra, kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf’u hatırlarız. Biz sonuçta, siyasetçilerin kapısında makam, mevki, şöhret, itibar, ihale devşirmek için sıraya girenlerden olmadık elhamdülillah.
Halka hizmeti, Hakk'a hizmet vesilesi bilenlerdeniz. Kamu malını yetim hakkı olarak görenlerdeniz. Sonuçta “Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! / Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?”
Yaşadıklarımdan kendi adıma pişman değilim.
Duam, “Ya Rab bizim ellerimizle cezalandır zalimleri ve bizim ellerimizle yardım et mazlumlara. Bizi ve rızanın tecellisinin vesilesi kıl. Bize Hakk'ı Hak batılı batıl göster, bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların değil. Bize eşyanın hakikatini göster, sağlık, sıhhat, güç, sabır ver, bize Senin rızan yolunda mücahede edecek göz aydınlığı evlatlar var.” Ve şimdi diğer kardeşlerimiz içinde davetimiz aynı ve bekliyoruz “Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?”
Bu yazı burada bitmeyecek.
Çeyrek asırlık uzun bir hikaye. Arkası yarın. Daha anlatacaklarım var.