Abdurrahman Dilipak: Bu hadiseden çıkartılması gereken bir ders var

“Allah izin verirse” demeden hiçbir şey için, “Şu işi yarın yapacağım” deme! Unuttuğun takdirde rabbini an ve “Umarım rabbim bana, doğruya bundan daha yakın yolu gösterir” de.

Siz “biz yaparız, o yapar mı, yaptık, yine yaparız” mı diyorsunuz. “Adam kazandı yine kazanacak” mı diyorsunuz. Böyle demeyin. Mutlak ifadelerle konuşmayın! Dersiniz, diyebilirsiniz de, peki ya dediğinize pişman olursanız, mahrum bırakılırsanız? Dua ile istediğiniz şey ya imtihana dönüşürse? Tıpkı “Beka” konusunda olduğu gibi. Uyarıyorum ama dinlemiyorsunuz? Ve hatta uyarılarımı yer yer yalnışta anlıyorsunuz!
Konuyu Vahiy / Nas penceresinden ve peygamberi endişeye sevkeden bir hadiseyi size misal göstererek, ne demek istediğimi bir kez daha anlatmaya çalışayım.

Gayrimüslim bir topluluk Peygamber resulullah’a “mağarada 300 yıldan fazla yatan ‘ashab-ı kehf’ olarak bilinen gençlerin hadisesinin ne olduğu”, “Zülkarneyn kıssası” hakkında ne bildiği ve “ruhun ne olduğu”na dair sorular sormuşlardı. Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam da o an cevap vermemiş, Cebrâil’in (bu konuda kendine bir cevap getireceği ümidi ile), “Yarın gelin, cevap vereyim” demiş, ancak “inşallah” dememişti. Sonuç ne oldu biliyor musunuz? Vahyin gelmesi 15 gün kesildi.
O bir peygamber ve rutin olarak kendine yöneltilen sorulara cevap için gelen bir Cebrail var. Ve o gün onu unuttu ve inşallah demedi. Ve vahiy kesildi. Soru cevapsız kaldı. Sonra, sorularına cevap da geldi şu ayetler de:
Kehf 23-24:
“Allah izin verirse” demeden hiçbir şey için, “Şu işi yarın yapacağım” deme! Unuttuğun takdirde rabbini an ve “Umarım rabbim bana, doğruya bundan daha yakın yolu gösterir” de.
Meryem 64-65:
“(Melek dedi ki:) “Biz ancak rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na aittir. Senin rabbin unutkan değildir.”
“ O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin rabbidir. Şu halde O’na sabır ve sebatla kulluk et. O’nun adını almaya lâyık başka birini biliyor musun?”
Duha suresi:
“1-Andolsun kuşluk vaktine, 2-ve dindiği zaman o geceye ki, 3-Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı! 4-Ve kesinlikle senin için sonu önünden (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. 5-ileride Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın! 6-O, seni bir yetim iken barındırmadı mı? 7-Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı? 8-Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? 9- Öyle ise, sakın yetime kahretme (onu horlama)! 10-El açıp isteyeni de azarlama! 11-Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat!”.

Aslında başka ayetlerde peygamberimiz bize başka ilahi mesajlar da iletecektir: Göklerin hazinelerinin anahtarı, ya da ordularının komutası onun ellerinde değildir. Bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde hayır olabilir. Biz bilmeyiz Allah bilir. Ve Allah (cc) bizi mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir.

Bu hadiseden çıkartılması gereken bir ders var: İnşallah demeden geleceğe ilişkin hiçbir beyanda bulunmayacağız. Bu siyasette de böyle, ticarette de, aile, eş-dost arasında da. Allah ve resulü dışında kim olursa olsun siyasi ya da dost birine mutlak güven yok, Allah yeter. Kaldı ki, biz kendi arzumuzun gerçekleşmesini değil, O'nun rızasını öncelememiz gerekir. O takdirde de o kendi hükmünün esbabını, vesilesini de kendi yaratır. Aklın muktezası olan tedbirler bizim için geçerli olmakla birlikte, o konunun hakimi, muktedir de yine Allah’tır.  Bu onun “Tekvin” sıfatının tahtında müstetir bir konudur. Bir konuyu hayata geçirmede Allah (cc) hiç kimseye muhtaç değildir ve tek başına kafi’dir.  Kaldı ki, Beka konusunda Allah (cc) kendinden başka hiç kimse ve hiçbir şeyin baki kalmayacağını tekrar tekrar belirtir.

Ayet ne diyordu: Kasas / 88:
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma! Çünkü O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnız O’na aittir. Siz de sonunda O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.” “Önce Allah’a sonra sana güveniyorum” deme, Allah yeter!

Evet, yaratılmış olan herşey fanidir: Rahmân / 26:
“Yeryüzünde bulunan herkes ve herşey fânidir.” Yani Allahtan başka beka sahibi kimse ve hiçbir şey yoktur. Beka iddiası şirktir. Gaflettir, beladır. Kaçtığınızı sandığınız şeyi davet eder.

Gelecek Allah’ın takdirindedir. Gelecekte nasıl bir tecellî gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Sadece olmasını arzu ettiğimiz şeyler söz konusu. İşte bunları konuşurken Allah’ın dilemesi şartına bağlayarak konuşmamız gerekiyor. Özellikle siyasiler metin yazarlarına ve PR danışmanlarına, grafik tasarımları ve sloganları hazırlayanların da bu konuda uyarılması gerekir.
Özellikle “Kader”, “Beka” konusu, geleceğe ilişkin vaadler konusunda ve geçmişte olanların sahibi konusunda da çok dikkatli olunması gerekir. Zaten CoVID korkutmacası sürecinde “rızık” ve “ecel” gibi kavramların içini boşaltan sapmalar yaşanmıştı. Bu seçim sürecinde de “Kader” ve “Beka” adeta beşeri beklentiler anlamında  kurtulunması / değiştirilmesi, korkulması ve garanti altına alınması gereken bir durum gibi algılandı ve kullanıldı. Allah kimse için kötülük dilemedi, kötülükler kendi ellerimizle yaptıklarımızın karşılığı olandır.

İnşallah kelimesi, dini anlamda aslında “yemin” gibidir. “Allah dilerse, (Allah bir mani çıkartmaz ise) ben üzerime düşeni yapacağım” gibi bir anlam var aslında bu kelimenin. Ama gün Arap dünyasında, avam arasında yaygın kullanım şekli ile,  bizdeki “Vallahi” yerine kullanılan “valla” gibi “Bukra inşallah” yani “yarın inşallah” kelimesi, (haşa) “işin Allaha kaldı, olmayacak bir iş, çıkmaz ayın son çarşambası” gibi anlamlara gelmektedir.

Hasan Fehmi ULUS Kelimenin etimolojisi hakkında şu açıklamayı yapar, bir makalesinde:
Gelecekte yapılması planlanan bir işin gerçekleşmesini ilâhî izne ve iradeye bağlamayı ifade eden bu Arapça terkipte; in / إن (eğer) mânasında şart edatı, şâe/شاء (dilerse) mânasında fiili mâzi, Allâh lafza-i celâl’i de fâil’dir. Şart-ceza alan in /إن edatının cümlede şâe/شاء fiili şartı olurken, ceza-cevap olarak aldığı yekün/يكن kelimesi hazfedilmiş, gizli tutulmuştur. Müfessirler bunun sebebini; cümlenin bu hal ve yapısıyla ifade edilmesinin isteneni yeterli derecede yansıtmış olduğunu, dolayısıyla îcâz gereği cümlenin böyle kalmasının daha uygun olacağı yolundaki ortak görüşe bağlamaktadır. Ayrıca, cümlenin asıl telaffuzu: “in-şâe-Allah’u” şeklinde olması gerekirken, Arapça’daki yaygın kullanımı gereği ve bir de hemze-i vasl olan lafza-i celâlin hemzesinin düşmesi neticesinde müşterek bir kabulle “inşâallah” olarak telaffuz edilmiş ve öylece yerleşmiştir.

Hay Allah (cc)! Bir zamanlar bir siyasi (o kişi benim dayım olur) bir konuşmasında “İnşallah, Maşallah, Maazallah, Allah Allah, Sübhanallah, Tebarekallah”  dedi diye, siyasi bir toplantıda “çok Allah demek”ten yargılanmıştı. Evvel zaman içinde böyle bir suç da vardı! Hani İsmet paşaya “Hiç Allah demiyorsunuz” diye sormuşlardı da, o da “Allahaısmarladık” demişti ve eklemişti, “bak dedim işte”
O günden bu güne, bu kelimelerin anlamını bile bilmeyen ya da kullanırken yanlış kullanan bir devre çattık. At bulduk meydan yoktu. Meydan bulduk at yok! Dün bu kavramlar hayatımızda vücud bulsun diye çabalıyorduk, bu gün cesedi var, işin ruhunu kaybettik, maalesef..

Bakın “İnşallah” demedi diye bir peygamberin başına gelen durumu ve yaşanan üzüntüyü düşünün. Olmayacak ve rızai ilahiye uygun olmayan işler konusunda da İnşallah demeyelim. Allah’tan hayırlısını, yani rızasına uygun olanı isteyelim.
Siyasiler, stratejistler, iş adamları, gelecek konusunda nasıl cür’etkar beyanlarda bulunuyorlar öyle.
Hepsi rasyonalist, pragmatik, determinist oldu.
Bunların varacakları yer Pozitivizmdir. Bu ise bir Müslümanın hayalini süslemez. Bu sapma sadece sapkını değil, yukarıdan aşağıya topluma sirayet eden  bir hastalıktır.
Unutmayın “İman ettik” demekle yakanızın bırakılıvermeyeceğini bilelim. Şimdi tevbe etme zamanıdır.

Selam ve dua ile.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.