Bu yazı Akit gazetesinden 19. 6. 2021’de yayınlanmış. Yaklaşık aradan 2 yıl geçmiş. O gün de benzer şeyler yazmışım. Sonuçta dünden bugüne şark cephesinde genel anlamda yeni bir durum yok. Bugün gerçekleri görmek isteyenler için açık seçik ortada. Beklenen değişim yıllar sonra sınırlı olarak gerçekleşti, ama “bade harabul Basra!” O gün anlatmaya çalıştığımız CoVID maskaralığı bugün daha iyi anlaşılıyor ama iş işten geçti büyük ölçüde, ölen öldü ve insanlar ölmeye devam ediyor. Ama bu işin sorumluları bugüne kadar hiçbir açıklama yapmış değil. Muhalefet de uluslararası sistemin müdahil olduğu her alanda dut yemiş bülbül gibi.
İstanbul Sözleşmesi'nde ve Lanzarote’de, AK Part, CHP, MHP ve HDP aynı çizgide buluştu. İşin garip tarafı, kenevir konusunda ABD ve AB hepsi bu konuda yeni bir politika benimserken Ankara “yakmak”tan taviz vermiyor.
2021’de söz konusu makalemde o gün şunları yazmışım: “Bir ülkede, adalet, barış ve hürriyet varsa; insanların malları, canları, namusları, akıl ve inançları, nesilleri güvende ise, emeğinin karşılığı temel ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa, paraları paraysa, yani emeğinin ya da malının karşılığını zamanında alıyor ve parası durduk yere değer kaybetmiyorsa, o insanları o ülkeden kovsanız da gitmez. Kaldı ki, o zaman kimse kimseyi de kovmayacaktır. Bunlar yoksa, babanızın oğlu da olsa, bağlasanız da durmazlar.
İddialar araştırılıp gerçek ortaya çıkarılmazsa, o iddialar söylentiye dönüşür. Söylenti ise kargaşanın ikiz kardeşidir. Gerçek herkes için en iyi olandır. Daha önce de yazdım, yine hatırlatayım: Bacon (1561-1626) “Ayaklanmalar ve toplumsal kargaşalar üzerine” isimli bir denemesinde der ki “Devlete kara çalan sorumsuz konuşmaların sık sık ve uluorta yapılması, bir yandan devlete zararı dokunacak yalan-yanlış söylentilerin ağızdan ağıza dolaşarak büyük bir ilgi görmesi kopacak bir fırtınanın ilk işaretleridir.” (…) Devletin dört ana direği olan din, adalet, yönetim ve hazineden biri sarsılacak ya da güçsüz düşecek olursa insanların işi artık çok zordur.
Ayaklanmaların sebebi ikidir: Büyük yoksulluk ve büyük hoşnutsuzluk. Yıkılan ocakların sayısı ne kadar çoksa, karışıklığı destekleyenlerin sayısı da o kadar artar. Ayaklanmanın sebepleri ve körükleyici etkilerine gelince, dinde reform girişimleri, yeni vergiler, yasada ve törede değişiklik, tanınan imtiyazların geri alınması, toplumda genel bir baskı, değersiz insanların ve yabancıların yükselmesi, açlık, ordudan çıkarılan askerler, umut kırıklığına uğramış partililer, küskün bir toplumu ortak bir gaye etrafında toplayıp birleştiren bütün buna benzer şeyler..”
“Def-i mazarrat celb-i menafiden evladır” ve “Şunları şunları yaptık” demeden, toplumdaki şikayetleri dinleyip, çözüm üretmek gerek. Bakın birçok şey söyleyebilirsiniz ve bunlar çok değerli olabilir. Ama halkın kafasında oluş(turul)an sorulara, yani suali mukadderlere cevap vermezseniz, söylediğiniz sözlerin siyasette hiçbir karşılığı olmaz. (…) Dağılan aileler, umudunu kaybetmiş bir gençlik, itibar görmeyen, itilip-kalkılan yaşlılar, rüşvet, torpil, bir kesim israf ve lüks içinde iken öte yandan ekmek bulamayan insanlar. Evet bu şekilde daha uzun bir süre yol alamazsınız. Dünya, bölge ve ülke gerçekleri ortada iken, “Türkiye Yüzyılı” üzerinden algı üreterek bu süreci yönetemezsiniz. Unutmayın, “hayalin kışkırttığı talebi hiçbir gerçek karşılayamaz”..
Benim anlamakta zorluk çektiğim şöyle bir durum var. Hem “Türkiye Yüzyılı” diyorsunuz, hem de uluslararası sistemle birlikte hareket etmekten söz ediyorsunuz. 2045’de o senaryoya göre ulus devletlerin sonu gelmiş olacak. Ulus devletler değil sadece 8 milyar insanının 500 milyona çekilmesinden söz ediliyor. 2025’de biyolojik insan, milli paralarla birlikte tedavülden kaldırılacak. Daha şimdiden kimlik kartlarına 'gender' diye yazmadınız mı? Herkesi, 'biyolojik cinsiyet’inden bağımsız olarak, 'toplumsal cinsiyet kimleri' olarak LGBTIQ+ şeklinde tanımlamak için 'kimlik kartları'nın 'cinsiyet hanesi’ne ne yazdığınızı yukarıda yazdım. KADEM, 'toplumsal cinsiyet eşitliği' yerine 'toplumsal cinsiyet adaleti' sakızını çiğniyor, aralarına bir takım akademisyenleri ve ilahiyatçıları da alarak! Din, ahlak ve gelenekten bağımsız 'birey' olarak tanımlamıyor musunuz kişi, şahıs ve fertleri. Güya LGBT’ye karşılar, güya İstanbul Sözleşmesi'nden çekildik. Sonuç ortada. Bize “çekildik” denirken , ötekilere ”sözleşmenin bütün hükümleri yasada mevcut” denmiyor mu? Sonuçta değişen bir şey yok.
Sahi kapıdaki “İstanbul depremi”, “Türkiye Yüzyılı”nın neresinde yer alıyor. Ukrayna krizi üzerinden yapılan yorumları okuyorsunuzdur. Çin-ABD, AB/ABD-Rusya arasındaki krizin muhtemel sonuçlarının Türkiye’ye yansıması konusunda ne düşünüyorsunuz? “İklim yalanı”nı ciddiye almış gözüküyorsunuz da, bu konuda milli bir stratejik planınız var mı? Aslında iklim konusunda döngüsel bir dalgalanma söz konusu. Toplamda bir değişiklik yok ama zaman ve mekan ilişkisinde önemli değişiklikler sürpriz olmaz. Birileri bu süreci provake ederek insanlığı teslim almak, “tarihin sonu”nu getirecek, “medeniyetlerarası bir savaş” için ortam oluşturmaya çalışırlarken, Türkiye bu süreçte nerede nasıl bir konumda olmak istiyor. Ankara’da bir avuç politikacı, bir avuç bürokrat, birkaç stratejik araştırma kuruluşu birkaç işadamı ile bu işin üstesinden gelinemeyeceği açık. Peki geniş insan kitleleri bu işin neresinde olacak. Onlar nasıl ikna edilecek!? Birkaç deli bir kuyuya birkaç taş attı, 40 akıllı, kaç yıl oldu, şu İstanbul Sözleşmesi belasından yakamızı kurtaramadık. Ekonomik durum ortada. Sahi maliyenin bundan sonraki rotası ne olacak?.
Gideceği yeri bilmeyen bir kaptana hiçbir rüzgar fayda sağlamaz. Maliye politikası yapbozlarla şekillendirilemez. Bu son denemenin ne kadar devam edeceği de belli değil gibi sanki. TL-kur-faiz-enflasyon labirentinden nasıl kurtulacağız ya da kurtulup kurtulmayacağımız belli değil. Yarın bu gidişle IMF’nin kapısına çıkarsa yolun sonu, bu sürpriz olmayacaktır. Dilerim korkulan olmaz. Kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşmuyoruzdur umarım.