Türkiye’de hukuksuzluğu tek yaşayan ben değilim. Sesi duyulmayan, adını dahi bilmediğimiz sayısız masum var. Bana düşen pay, herkes adil bir gelecekte yaşasın diye verdiğim gazetecilik mücadelesinin bedeli.
Yazıp giriyorsam, girişimi de yazmalıyım...
O yüzden bugünkü Arka Bahçe’de, üçüncü kez ama bu kez beş buçuk saatliğine yaşadığım hapis sürecinin arka bahçesindeki notları okuyacaksınız...
- Bir gece önceden hazırladığım bavulda, mavi ve yeşil gibi yasak renklerin olmadığı bir haftalık giyecek vardı. Çünkü yasaların uygulanmama ihtimalini öğreneli çok oldu.
- Çağlayan Adliyesi’nden Silivri’ye götüren polisler de cezaevindeki memurlar da tanıdıktı. Zira, iki yıl önceki tutuklanma sürecimi de aynı insanlarla yaşamıştım. Bundandır ki “Kader bizi ayırmıyor”, “Yine mi siz” dediler içeri girerken... Demir kapılar açıldığında da “Gidişiniz olsun, dönüşünüz olmasın” dedi bir infaz koruma memuru.
- Biliyorsunuz; yüz binlerce metrekareyi kaplayan Silivri Cezaevi yerleşkesinde biri açık olmak üzere 10 ayrı cezaevi var. Açıkçası, polis memurları bizi hangi cezaevine teslim edeceğini bir süre aradı. Bazı cezaevleri kabul etmedi, bazen de doğru cezaevini bulmak için biz yanlış yollara saptık. Neyse ki sonunda daha önce de kaldığımız ve “9 No’lu” olarak bilinen Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’na girdik.
- İçeride uzun süre kalacakmışız gibi her türlü prosedür işletildi. Cezaevi bilgisayarında eskiden kalma bilgilerimiz vardı, onlar güncellendi. Fotoğraf çekildi, kurum kimliği çıkarıldı. Ziyaretimize gelebileceklerin, içeride uymamız gereken kuralların, nasıl davranırsak ödüllendirilebileceğimizin listeleri verildi.
- Koğuşa bavul sokmak yasaktı. Bu yüzden poşet içine koyduğumuz elbiselerimizle, yastık ve çarşafla daha önce de yürüdüğümüz maltada ilerledik. Koğuşların demir kapılarına yumruklarla vurulma saatiydi. Tüm koridoru kaplayan o tanıdık ses, siyasi tutukluların protestosuydu.
- Murat ile A3 / 4 koğuşuna konulduk. Eski bir cezaevi olmamasına rağmen duvarlarındaki döküklük, yapan inşaatçının malzemeden çaldığının göstergesiydi. Önceki girişimde satın aldığım televizyonu ve buzdolabını cezaevine bağışlamıştım. Bu kez cezaevi yönetimi bize ödünç verdi.
- Kantin listesi geldi. Fiyatlar dışarıdan daha ucuzdu ama yine de enflasyondaki büyük artış oraya da yansımıştı. Sipariş listesini hazırlarken ikilemde kaldık. Uzun kalacakmışız gibi mi sipariş vermeliydik yoksa? İstediklerimiz geldikten sonra bir infaz koruma memurunun “Keşke su ısıtıcısını açmasaydınız” demesi, tahliyemizin habercisiydi.
- Tahliye kararından sonra cezaevi yerleşkesinin hemen önünde serbest bırakılmamız gerekiyordu. Ancak bizim gibi “suçlular” cezaevine 10 kilometre uzaktaki bir dinlenme tesisine bırakılıyor. Sorsanız “güvenliğiniz için” denir, ancak bu aslında “hürriyeti engelleme suçuna” giriyor. Öyle ya, o dinlenme tesisine giden yol boyunca başınıza bir şey gelse sorumlusu kim olacak, bu hiç mi düşünülmüyor?
Evet...
Dedim ya, bizimkisi ne ilk ne de son. İçerisi suçsuz, dışarısı suçlu dolu. Eziyetin azını biliyor, çoğunu duymuyoruz.
Lakin kuşku yok ki henüz yaşamadığımız o en güzel günler de gelecek.