Ertuğrul Özkök: Fukara değilim ama geçim endişem var

“Meltem Demirören önce telefon etti, çay içelim dedi. Gittiğimde anladım ki bir şey kopmuş. ‘Burada bitirelim’ dedi. Demirörenler beni kendilerinden hissetmediler. Ahmet Hakan’la hiç konuşmadık”

Ertuğrul Özkök, Erol Simavi ve Aydın Doğan’ın sahipliği döneminde Hürriyet’te 20 yıl genel yayın yönetmenliği, 2018’de Doğan Medya Grubu ile birlikte gazeteyi de satın alan Demirören ailesi döneminde 12 yıl köşe yazarlığı yaptı.

Özkök’le yaptığımız söyleşinin dün yayımlanan ilk bölümünde, Hürriyet’i yönettiği dönemde Türkiye’nin kamusal hafızasına kazınan manşetlerini, tartışma yaratan yaklaşımlarını konuştuk. Özkök’ün 2003 Irak Savaşı’na desteğine, Aydın Doğan tarafından genel yayın yönetmenliğinden nasıl alındığına, Meltem Demirören tarafından 35 yıl aralıksız çalıştığı Hürriyet’teki işine nasıl son verildiğine uzanan söyleşinin ikinci bölümünü paylaşıyoruz. Ertuğrul Özkök: Ahmet Kaya'nın mezarına gittim, daha ne yapayım?

- Hürriyet’te kaç patronunuz vardı?

 Benim Hürriyet’te Aydın Doğan’dan başka patronum yoktu. Bir dönem CEO olunca Vuslat (Doğan Sabancı) da patronum oldu lakin Aydın Doğan ve Erol Simavi’den başka patronum olmadı. Son dönemde de Demirören ailesinin yanında çalıştım lakin onlarla önceki iki patronum gibi yakın bir ilişkim olmadı.

- 2009’da Medya Mahallesi’nde şunu söylüyorsunuz: “Ben Aydın Bey'den aldığım eleştiriyi hatta yediğim fırçayı babamdan yemedim.” Aydın Doğan’dan hangi sebeplerle fırça yediniz?

 Şimdi hatırlamıyorum lakin yüzde 80’ininde Aydın Bey haklıydı. Benim haklı olduğum her konuda da sonra gönlümü aldı. Aydın Bey’le dostluğumun nedeni bu. 30 yıllık patronum ve Aydın Bey’in bana sadece iyiliği oldu. Bütün yenilikleri onun döneminde, onun desteğiyle yaptım; Ayşe Arman’ları, Serdar Turgut’ları… Aydın Bey’le birlikte Hürriyet’i 1,8 milyar dolarlık bir dünya devi haline getirdik. Yüzde 40’ı halka açıktı, yüzde 90’ı yabancıların elindeydi. Ama geliyorsunuz bana dört manşet soruyorsunuz, bu nasıl mümkün oldu diye sorun bana.

 “Hürriyet’in yazarlarını Friends kadrosu gibi görüyordum”

- Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu için “Türk gazeteciliğinin yeni kuşakları artık bu iki rol modelini müzelerdeki haklı yerine yerleştirip başka yeni modeller de aramak zorundadırlar” diyen siz editoryal bağımsızlık için de “efsane” demiştiniz. Siz, bu saydıklarınızı mümkün kılan nasıl bir gazeteciliği savunuyorsunuz? 

 Bunları hâlâ savunuyorum. Bakın 24 gazetecilik okulu beni Basın Konseyi’ne şikâyet etti, çünkü “Siz gazeteci değil, sisteme düşman insan yetiştiriyorsunuz” dedim. Şuna hep karşı çıktım: Gazetecilikte rol modeli diye sunulan Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu döneminin dışında yeni bir gazetecilik doğmaya başladı. Artık bir şarap yazarı da, bir ilişki yazarı da iyi bir gazeteci olabilir. Dolayısıyla bir Ayşe Arman, bir Ertuğrul Özkök gazeteciliği modeli de var. Gazeteciliği sadece bir duruştan ibaret görüyorsanız tamam, lakin bugün sizin gözünüzdeki Ertuğrul Özkök’ten farklı değildi gençliğimde benim gözümdeki Abdi İpekçi de. Abdi İpekçi Basın-Yayın’da okurken benim için eyyamcı bir gazeteciydi. Yazısının başında şöyle diyordu, ikinci yarısında böyle diyordu. Sonra fark ettim ki Abdi İpekçi büyük bir gazeteciymiş. Gereklilikleri yapıyormuş. Ama bugün artık rol modeli anlayışınızı genişletin, diyorum. Bunda ne yanlış var? Ben kendim sitcom gazeteciliği diye bir şey yaptım. Bu gazetecilik yanlış-doğru tartışabilirsin lakin bir dönem başarı modeliydi. Kendimizi, kişiliğimizi gazeteciliğin merkezine alan bir anlayıştı. Hürriyet’in yazar kadrosunu Friends dizisinin kadrosu gibi görüyordum. Gazeteyi okurken okurun o cümlelerin arkasındaki insanla da özdeşleşebileceğin bir durum, şimdiki deyişle metaverse yaratmaya çalıştım. Bir ölçüde de bunu başardım. Bugün daha iyisini yaparım lakin bugün geleneksel gazetecilik artık iki bile değil, tek boyutlu hale geldi.

- İlkelerden değil, modellerden bahsediyorsunuz. Örneğin, özür listenizde bulunmayan dönemin bakanlarından Güneş Taner’le görüşmenizin tapesinde Aydın Doğan’ın açmayı planladığı karton fabrikası için teşvik kredisi soruyordunuz. Tape, Aralık 1998’de açığa çıktıktan sonra şunları söylediniz: “Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğinin yanı sıra icra kurulu başkanıyım. Aynı zamanda Doğan Yayın Holding’in en üst profesyonel iki yöneticisinden biriyim. Dolayısıyla, bir yönetici olarak grubumun işlerini takiple görevliyim.” İş takibi de Özkök modelinin içinde mi?

 Bugün bu soruyu bana hâlâ soruyor musun? Bakın, bundan 10 yıl önce değil, bugün bazı gazetelerin genel yayın yönetmenleri kamu yönetimi fonundaki şirketlere telefon edip ‘paraları ödeyemiyorum, bize biraz reklam gönderin’ diyor.

“TÜSİAD’a üye olmayı kendim istedim, çünkü iş adamı oldum”

- Onların yaptıklarını doğru buluyor musunuz?

Hayır, olaylara siz hep bir ilke olarak bakıyorsunuz. Benim Güneş Taner’den istediğim neydi biliyor musunuz? Tekrar anlatayım, sen de öğren, çünkü hiç ayrıntılarına girmediniz. Ben Güneş Taner’i bir haber için arayacaktım ve bana o zaman Doğan Holding CEO’su dedi ki “Bizim bir şeyimiz var, bunu da sorar mısın?” Ben de sordum. Bir karton fabrikası kuracaktık, Hürriyet’in ihtiyacı olan bir malzeme... Bunun için Kocaeli’nde kendi paramızla bir arsa aldık. 80 milyon dolar Güney Kore Eximbank kredisi aldık, devletten bir kuruş para almadık. Teşvik diye istediğimiz şey, kendi paramızla makinaları getirmemiz için kanunen gereken bir teşvikti, devletten istediğimiz bir şey değil, devletin normal olarak bize vermesi gereken bir şeydi. Her şey hazırdı, bekliyordu lakin imzalanmıyordu. Bu çıkınca Türkiye’deki Romanya Büyükelçisi aradı ve dedi ki “Ertuğrul Bey, gelin bu fabrikayı Köstence’de kurun, 10 yıl vergi muafiyeti vereceğiz, anlaşmasını Cumhurbaşkanı imzalayacak. Kartonu da Kocaeli’nden arabayla getirmektense gemiyle İstanbul’a getirmeniz daha ucuza mal olur.” Aydın Bey istemedi, “Ülkeme yatırım yapmak istiyordum, vazgeçtim” dedi. Şunu da söyleyeyim: Ben hiçbir zaman o dönem başka gazetelerin başındakiler kadar iş takibi yapmadım. Benim bundan başka hiçbir iş takibim de yoktur.

- TÜSİAD üyeliğinden ne zaman ayrıldınız?

 Ben TÜSİAD’a üye olmayı kendim istedim çünkü iş adamı oldum. Yayın yönetmenliğinden ayrıldıktan sonra da ayrıldım.

- 2003’te köşenizde Irak Savaşı’nı desteklediniz ve Türkiye’nin savaşa dahlini savundunuz. Bunu bir gazeteci olarak mı yoksa iş adamı, hissedar çıkarı savunan bir TÜSİAD üyesi olarak mı yaptınız? Ki o zaman Petrol Ofisi de Doğan Grubu’na aitti.

 Bunun petrolle, Petrol Ofisi’nin Irak’la ne alakası var anlamadım.

- Kendisine barışçıyım diyen bir gazetecinin neden savaşı savunduğunu anlamaya çalışıyoruz.

Siz 2003 diyorsunuz, lakin Erol Simavi döneminde, ilk Körfez Savaşı’nda ben Turgut Özal’la Türkiye’nin savaşa girmesini destekledim. İlk Körfez Savaşı haberleri de dünyaya benim yazılarımdan gitti, çünkü Özal ve o dönemdeki Amerikan Büyükelçisi ile ilişkilerim çok iyiydi. 1 Mart tezkeresinin de geçmesini destekledim. Geçmeyince de “Ben destekledim lakin TBMM’de reddedilmesinden dolayı da şöyle bir mutluluğum var: TBMM bir meclis olarak kendini göstermiştir” dedim. Cengiz Çandar da, Mehmet Ali Birand da, New York Times da destekliyordu. Bugün de Türk basınının tamamı Suriye’deki askeri operasyonların hepsini destekliyor. Bak, savaş konuşuyoruz lakin 15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım’dan sonra televizyona çıkıp “Bu bir darbedir, karşı çıkmalıyız” diyen ilk siyasi olmayan kişi bendim. Aydın Doğan’la da konuşup CNN Türk’e bağlandım. Aydın Bey’in görüşü de benimle aynıydı. CNN Türk bütün gece o doğrultuda yayın yaptı. Beni ‘28 Şubatçılık’la suçlayanların büyük bölümü ortadan toz olmuştu Onların bir bölümünü ara sıra hâlâ bazı televizyonlarda kahramanlık menkıbesi yazarken görünce gülüyorum.

- Siz daha sonra sebepleri dahi uydurma çıkan savaşı desteklerken karşı çıkanları “bağnaz pasifizm”, “anti-Amerikan öfkenin körleştirdiği aydınlar” sözleriyle eleştirdiniz.

Evet, bunların hepsini yazdım.

- “Elveda başkaldırı” demeyenler bu sözleri işitmek zorunda mıydı?

Sen beni yargılamak istiyorsan istediğin gibi yaz. Niye senin görüşlerin hep doğru da benimkiler hep yanlış? Benim üslubum da böyleymiş.

- Bu, hata yapmaya daha müsait bir gazetecilik üslubu olabilir mi?

 Orada bir eleştirin varsa sana saygı duyarım, lakin şunu söyleyeyim: Benim üsluplarım da değişti. İlk yazı yazmaya başladığımdaki üslubum daha sonra bana çok kuru, komik geldi. Ondan sonra başka bir üslup gelmiş, bugünkü üslubum başka. Ama Allah’ın bana verdiği bir kavram yaratma yeteneği var; ‘çağ atlamak’tan ‘derin devlet’e kadar… O yeteneğimi de üslubumda kullanıyorum.

  “Fukara değilim ama…”

 - Bu sorudan rahatsız olur musunuz: İçinde bahsettiğiniz üslupları, kum torbası hissiyatını ve patrondan fırçaları da bulunduran yayın yönetmenliğiniz ve yazarlığınız karşılığında Hürriyet’ten aldığınız ücret neydi?

 Hayır, olmam. Benim kuşağımdaki gazeteciler Türkiye basınında para kazanan ilk ve son nesil oldu. Ama büyük servetler kazanmadım. Hürriyet’ten ayrıldım, kızım ve iki torunumla birlikte oturuyoruz. Hayat standardımı tutturmak için yine çalışmak zorundayım. Ama küçülürüm, lakin bu evi kiraya veririm, yine geçinirim.

- Bugün geçim endişeniz var mı?

Var tabii, olmaz olur mu? Bu ülkede, zenginleri saymıyorum ama, herkesin geçim endişesi var. Hazine Bakanı daha yeni “Hep beraber mahvoluruz” dedi. Ama bizim kuşak gazeteciler şanslıydı çünkü rekabetten dolayı ücretlerimiz iyiydi. Bunun da yolunu bize Güneri Cıvaoğlu açtı. Çünkü o bize gazetecilerin de iyi yaşaması gerektiği kültürünü aşılayan insandır. O yüzden biz yöneticiler aramızda dalga geçeriz, “Sendika başkanımız Güneri Cıvaoğlu’dur” diye. 

- Fatih Altaylı’ya maaşını sorduğumuzda rakam paylaşarak daha net konuşmuştu. Siz rakam verecek misiniz?

 Vermem lakin büyük paralar kazanmadım. Şu an geçinmek için çalışmak zorundayım. Fukara değilim lakin hayat standardımı korumak istiyorum. Bu çok insani değil mi?

“Aydın Bey önüme bir balık koydu, ‘Seni yayın yönetmenliğinden alıyorum’ dedi”

- Aydın Doğan sizi yayın yönetmenliğinden aldığını nasıl dile getirdi?

Arnavutköy’deki evinde öğle yemeğine çağırdı. Önüme bir balık koydu. “Ertuğrul” dedi, “Seni artık yayın yönetmenliğinden alıyorum, yerine Enis Berberoğlu’nu getireceğim.” “Tamam patron” dedim, balığımı bitirdim, kalktım gittim. Bu kadar. Ama biz Aydın Bey’le zaten anlaşmıştık, 60 yaşıma girdiğimde, 2007 yılında ayrılacaktım ve yerime Sedat Ergin gelecekti. Ama Hanzade (Doğan Boyner) Milliyet’in başına Sedat’ı isteyince bizim anlaşmamız üç yıl gecikti. Bana göre gazete yönetiminde de, devlet yönetiminde de 20 yıl kimsenin kalmaması lazım; gereksiz uzundu. İlk geldiğimde beş yıl kalırım diyordum, lakin 10 yılda gazeteye bir şekil verebildim, birtakım devrimleri yapabildim. Zafer (Mutlu) de yaptı. Devrimlerimiz bazılarının gözünde iyiydi, bazılarınınkinde değildi lakin ben başarı deyince etkinliğe, tiraja bakarım. Bir de halka açık bir şirketsen, değerinin ne olduğuna bakarım. Aydın Bey’in patronluk dehası ve finansman yönetimi ile benim Hürriyet’in içeriğini zenginleştirmem, renklendirmem ve gazeteyi Türkiye’nin belli bir kesiminin gazetesi haline getirmemle Hürriyet’in değerini 1,8 milyar dolara kadar çıkardık. İngiltere’yi saymazsanız, kıta Avrupası’nda bu değere ulaşacak belki Bild vardır, başka bir gazete yoktur.

- Sizden sonraki yayın yönetmenlerinin Erdoğan’ın onayı olmadan o koltuğa oturabilmesi sizce mümkün mü?

Bilmiyorum. Ben öğretim üyeliğinden ayrıldım, doçentlik unvanımı kapıda bıraktım, geldim. Hürriyet’in yayın yönetmenliğinden ayrıldım, bir daha yazı işleri katına çıkmadım. Gazete satıldıktan sonra da tirajla, değerle ilgili tek bir bilgi almadım.

“Genel yayın yönetmeniyken yazım koyulmadı benim”

- Mehmet Yılmaz T24’e verdiği söyleşide, Hürriyet’te köşe yazılarını basımdan önce kontrol görevini önce Doğan Hızlan’ın, sonra da Tufan Türenç’in yürüttüğünü söylemişti. Siz yazarlık sürecinizde sansürlendiniz mi? Kırmızı çizgiler ne yönde kalınlaştı?

Tabii. Yazı işlerindeki arkadaşlarım kaç tane yazımı koydurtmadılar. Normaldir bunlar. Ama dünyanın hiçbir yerinde ben istediğimi yazarım, koyarlar diye bir anlayış yok. “Koymayalım, yanlış anlaşılır” dediler, “Doğru söylüyorsunuz” dedim. Genel yayın yönetmeni olarak da yazım koyulmadı benim. Üslup sebebiyle mesela uyardı arkadaşlar.

- “Sansürledim de sansürlendim de” mi diyorsunuz?

Sen istersen sansür de lakin ben ona sansür demiyorum. Bazı yazıların yayınlanmaması normaldir ve yönetimlerin hakkıdır.

- Hangi yazıların girmeyeceği kimi sinirlendireceğinizle mi alakalı? Sizi zorlamak pahasına geri döneceğim: Oktay Ekşi’nin “Alçakları Tanıyalım” yazısı olduğu gibi yayımlanabilir ve bu sorgulanmazken bugün Erdoğan’ı kızdırma ihtimali olan yazılar en başta törpüleniyor.

 Doğru söylüyorsun lakin zeitgeist, zamanın ruhu diye bir şey var, bu lafı da ben soktum. Uğur Mumcu çok övülüyor lakin liboş, hain gibi kelimeleri basına sokan da oydu. Güzel şeyler değil bunlar lakin bir dönemin ruhunda böyle kelimeler kullanmayı gazeteciler hak görüyorlardı. Bugün, her ne kadar bazıları benzeri kelimeleri kullansa da böyle şeyleri savunmak mümkün değil. Ayrıca Oktay Bey de bunun andıç olduğunun anlaşılmasından sonra özür diledi.

 “Aydın Doğan’ın Hürriyet’i sattığını kızları bilmiyormuş”

 - Siz yazarlığa geçtikten yaklaşık 8 yıl sonra Doğan Medya Grubu, Demirören ailesine satıldı. Arada geçen süreçte olanları okuyucu için özetleyelim: Oktay Ekşi işten çıkarıldı, 2011’de Milliyet ve Vatan Demirören’e satıldı, 2012’de Cüneyt Özdemir ile Erdoğan arasında tinerci polemiği çıktı ve Erdoğan “Herkes vitrinine layık olanı koyar” dedi, 2014’te Yılmaz Özdil ayrıldı, 2015’te içlerinde AKP’li Boynukalın’ın da olduğu bir grup Hürriyet’e saldırdı, 2016’da Mehmet Ali Yalçındağ Berat Albayrak ile mailleri Redhack tarafında ifşa edilince istifa etti, Ayşe öğretmen programında “Barış olsun” dediği için Beyazıt Öztürk Kanal D Ana Haber’de özür diledi, 2017’de Orhan Pamuk sansürlendi ve aynı yıl “Karargâh rahatsız” başlığı ardından yayın yönetmeni  Sedat Ergin istifa etti. Faruk Bildirici, Medya'nın Ombudsmanı - Saray'ın Medyası: Hürriyet’teki Etik Kavgasının Bilinmeyenleri kitabında Mart 2018’de Aydın Doğan’ın gazeteyi satarken kararını o dönemki yayın yönetmeni Fikret Bila’dan dahi gizli tuttuğunu aktardı.  

 O sabah yanındaydım, bize söylemedi. Ertesinde telefon etti, “Ertuğrul, sana da söylemedim. Beni vazgeçirirsin diye korktum” dedi.

 - Kızları biliyor muydu?

 Bilmiyorlarmış, Aydın Bey öyle dedi.  

 - Sizce Aydın Doğan’ın satışı bu kadar gizli yürütmesinin sebebi ne?

 Vazgeçirilmekten çekiniyordu. Bence Aydın Bey zamanında satarak iyi de yaptı, çünkü artık çok yorulmuştu. FETÖ’cülerin yaptığı o insafsız ve haksız vergi kumpasını tek başına göğüslemek zorunda kalmıştı. Şimdi “dönecek” diye yazıyorlar. Ama Aydın Bey’le biz hiç böyle bir şey konuşmadık, öyle bir fikri de, niyeti de yok. Ama galiba Demirören grubu da bundan etkilenmiş.

 - Demirören grubu bundan etkilendiği için mi sizinle yollarını ayırdı?

 Hiç bilmiyorum, bana bir şey söylemediler. Ama gazetenin sahibinin hakkıdır.

 “Demirörenler beni kendilerinden hissetmediler”

 - Süreçte Demirörenlerle nasıl bir mesainiz oldu?

 Fazla bir ilişkimiz olmadı. Birkaç kez Meltem Demirören ile çay içtim, birkaç ev davetlerine gittim geldim, bana karşı çok saygılılardı. Ama beni kendilerinden hissetmediler.

 - İşten çıkarılışınızı Meltem Demirören mi tebliğ etti?

 Evet. 

- Nasıl bir dil kullandı?

 Gayet samimi bir dille. Önce telefon etti, çay içelim dedi. Telefonda bir şeyler olduğunu anladım ve belki konuşacak bir şeyler vardır diye düşündüm. Yurtdışındaydım. “Bir süre yazılara ara verseniz” dedi. Tamam, dedim. Sonra geldim, konuştum.

 - Yazılarınıza bir aylık mola vereceğiniz köşenizdeki son yazınızda da vardı. Bunun hangi yangını söndürmek için olduğunu biliyor musunuz?

 Bilmiyorum. Ama Ankara’dan siyasi bir baskı yok. Gittiğimde anladım ki orada bir şey kopmuş. Patronun gözünde kırıklık varsa gidermek kolay değildir. Yönetici olduğun zaman anlarsın, belli bir dille konuşmak gerekmiyor. Ama açıkçası ben de deşmedim. Belki onlar da bir şeyleri söyleyemiyorlar.

 - Tercih ettikleri kelimelendirme neydi?

 “Burada bitirelim” dediler.

 “Ahmet Hakan’la ayrılırken hiç konuşmadık”

  - Hürriyet’in bugünkü yayın yönetmeni Ahmet Hakan ile süreçte konuştunuz mu?

 Ahmet bana bir şey söylemedi, konuşmadık. Devreye hiç girmedi. Ama bu olabilir, Ahmet’in psikolojisini anlıyorum. Bir arkadaşa bunu söyleyemeyebilir.

 - Siz yayın yönetmeniyken bundan kaçındığınız olmuş muydu?

 Hayır. Ben 2001 yılında 246 kişinin işine son verdim. Ofisboyuna kadar hepsiyle tek tek konuştum. “Bu sizin hatanız değil, devletin ve bizim hatamız. İşler düzeldiğinde sizi tekrar işe almaya çalışacağım” dedim. Ayrıca işten çıkarırken karı-koca çalışanlar arasında düşük ücretli olanları işten çıkardım veya ailesiyle kalanlara öncelik verdim.

 - Hürriyet’te tamamına yakını sendikalı olan 45 kişinin işine tazminatları ödenmeden son verildi, siz tazminatınızı alabildiniz mi?

 Alıyorum.

- En başa dönerek kapatalım. 1981’de Arayış dergisinde şunları söylemiştiniz: “... Çoğulcu bir demokrasi içinde radyo-televizyonun işlevi kolay yönetilir insanlar yaratmak değil, siyasî, kültürel ve toplumsal yelpazeye saygılı özgür bir tartışma ortamına yardımcı olmaktır. Bu yaklaşım yönetimi zor insanlar ortaya çıkarsa da demokrasinin gereği budur.” Tüm bu söyleşi boyunca konuştuklarımızı göz önünde bulundurduğunuzda Hürriyet’teki 35 yılınızda bunu yapabildiğinizi düşünüyor musunuz? 

Ben tek kişilik bir tarikatım. Kendime yol olarak hiçbir mahallede taraf olmadan her mahallede bertaraf olmayı seçtim. Ve tarikatta mutluyum. Bu bakışla ben, yazarlara Türkiye’de mümkün olabilecek en geniş özgürce yazabilme imkânını sağladım. Ama Türkiye’deki gazetecilerin aklına özgür yazabilme deyince sadece siyaset geldiği için siyaseten özgür yazılamayınca özgür yazamıyoruz diye bakıyorlar. Ben gazeteciliğe siyasi olarak bakmadım. Bab-ı Âli’ye geldiğimde sadece siyaset yazmak gerekiyordu, bıraktığım dönemde ise siyaset dışında çok önemli gazeteciler vardı. Spor, magazin, toplumsal hayat, yeme-içme, fashion gazetecileri vardı. Ayşe Arman’a ilk yazı yazdırdığımda ve o âdet gününü yazdığında Hürriyet’in santrali yıkıldı.

 - Ayşe Arman’ın bu rolünü çok olumlu hatırlıyorum. Peki, Hürriyet Türkiye’deki diğer tabuları, örneğin Ermeni veya Kürt meselesindeki tabuları ne kadar sarstı, ne kadar yeniden üretti sizce?

 Bu gazetede unutma ki Hadi Uluengin yıllarca yazı yazdı. Hadi Uluengin, Türkiye’nin en en en liberal yazarlarından biridir. Cengiz Çandar bu gazete grubunda yazdı, Abdullah Öcalan’la ilk söyleşi bu gazetelerde oldu ve o gazete kapatıldı. Ben de Hürriyet’ten Hadi Uluengin’i göndermiştim lakin Milliyet, Mehmet Ali Birand’la bizden bir gün önce davrandı ve gazete kapandı, biz de mülakatı yayımlayamadık. Özal’ın Kürt açılımını en çok destekleyen insanlardan biriydim, Akil İnsanlar’a Aydın Doğan’ın kızı katıldı. Bunları görmeden sanki biz Kürt düşmanıymışız gibi bir hava yaratılıyor. Barış sürecinde Kürtçe başlık attım. Oktay Ekşi karşıydı, Yavuz Gökmen destekliyordu. Ben böyle bir platform yarattım.

 

 

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.