Herkesin en baştan itibaren ‘yüzyılın felaketi’ olduğunu kabullendiği çifte depremden, üzerinden yıllar geçtikten sonra bile hatırlanacak pek çok anı kalacak. En başta da, enkaz altında kalanların işitmesi ve yaşadığını belli etmesi için arama-kurtarma çalışması yürütenlerin yüksek perdeden tekrarladıkları şu cümle: “Sesimi duyan var mı?”
Depremden sonraki ilk dört-beş gün bu haykırışa cevap verebilecek durumda olanlardan bazısı çok şükür kurtarılabildi.
Günler birbirine eklenerek deprem gününden uzaklaşıldığında o sesin enkaz altından cevap bulması da giderek daha zor hale geliyor.
Tepesine inen beton yığınlarına, kışın kışlığını hissettirdiği iklim şartlarına ve depremin ardından kendisini hemen belli eden yönetimsel beceriksizliğe rağmen hayatta kalmayı başaran varsa, onların kurtarılması durumunda, esas o zaman, ‘mucize’ sıfatı bir anlam taşıyabilecek.
Yoksa şu ana kadar geçirdiğimiz günlerde, enkaz altından çıkartılan insanlar için o sıfatın kullanılması, apaçık bir gerçeği gözlerden saklamaktan başka bir işe yaramıyor.
O gerçek şu: Evleri, konakladıkları yerler başlarına yıkılan ne kadar insan varsa şimdiye kadar o yığınların altından çıkartılabilmeliydi.
Canlı veya cansız ama daha çok da canlı.
Türkiye’de, bizlerin hayat serüvenimiz içerisinde, yalnızca 1999 yılının Ağustos ayındaki Marmara depremiyle karşılaşılmadı; o büyük bir depremdi, bir felaketti, ama ondan sonra da, fay hattının geçtiği bir çok yörede, cana ve mala zarar veren küçüklü-büyüklü başka depremlerle de karşılaşıldı.
Bu son Kahramanmaraş merkezli iki depremin başımıza gelebileceğini düşündürtmesi gereken depremler…
Kahramanmaraş’ı ve onunla birlikte dokuz ilimizi daha tanınmaz hale getiren çifte depremin de, kükremeye hazır bekleyen, sonuçları öncekilerden daha vahim olabilecek, İstanbul merkezli depremin her an karşımıza çıkabileceğini hatırlatmış olması gibi…
Yarın İstanbul’un merkezinde bulunacağı büyük çaplı -şiddeti 7.0’ın üzerinde- bir deprem yaşansa, Allah korusun, birilerinin onu da çaresiz gözlerle izlemekten öte bir şey yapabileceklerini sanmıyorum.
İstanbul’dan söz ediyorum.
Reha Muhtar bir zamanlar programlarında sıkça “Nerede devlet” sorusunu sorardı; o soruya bu günün olağanüstü şartlarında, insanların devlet kurumunun hayatlarına müdahalesine en fazla muhtaç oldukları günlerde bile “İşte burada” cevabı verilemiyor.
Türkiye’nin dostu olduğu bilinenler yanında iktidar sahiplerinin ‘düşman’ bellediği ülkeler ile bizim devlet mekanizmamız, deprem sonrasında, neredeyse eş-zamanlı olarak devreye girebildi.
Enkazların altından genç-yaşlı insanların ‘mucize’ sıfatı kullanılarak çıkarıldığına ekranlardan tanık oluyoruz; hepsinde bizim insanlarımız kurtarıcı olarak ön planda görünüyorlar.
Hepsine milletçe şükran borçluyuz.
Göremediklerimiz, yardımcı olsunlar diye Türkiye’ye arama-kurtarma ekipleri gönderen ülkelerin medyasında karşımıza çıkıyor. Yabancı ekiplerin gelir gelmez göreve koştuklarını, getirdikleri malzeme, alet ve gereçleri kullanarak çok sayıda canı kurtardıklarını onlardan öğreniyoruz.
Sanırsınız ki, Türkiye’de bu çapta deprenler yaşanacağına onlar bizden daha fazla kendilerini hazır hale getirmişler.
Aralarında fay hatları üzerinde bulunmayan, bugüne kadar deprem yaşamamış ve muhtemelen hiç yaşamayacak ülkeler de var.
Hazırlar ama.
‘Devlet’ zaten böyle bir şey.
Marmara depremi (1999) sırasında muhalif saflarda bulunan ve itirazlarını sözlü-yazılı ifade ettikleri hafızalarda kalan ve daha çok da arşivde yer alan siyasiler veya siyasete yakın duran gözlemciler -hiç değilse bazısı-, şimdilerde ülkeyi 22 yıldır yöneten kadrolarda veya onlara yakın bir konumda bulunuyorlar.
Beceriksiz buldukları o günün iktidarı ile şimdi yaşananları karşılaştırabilecek durumdalar.
Herhalde karşılaştırıyorlardır.
Karşılaştıyorlarsa bunu belli etmemeyi başarıyorlar.
Evet, son felakete sebep olan depremlerin çapı 1999 Maramara depreminden hayli büyük; ancak daha küçük çaplı olsaydı bile durumun daha parlak olmayacağı ortada. Her anlamda dökülüyor deprem sonrasında devletten beklenebilecek müdahaleler…
Daha kötüsü de, beceriksizliği fark eden halkın kendiliğinden organize olarak depremzedelere yardıma koşma faaliyetlerinden de hoşlanılmadığının belli edilmesi.
Oysa yabancı medya, Türk halkının yaşanan felaketin ardından sergilediği dayanışmacı yaklaşıma, enkaz kaldırma faaliyetine ve depremzedelerin acılarını dindirme, ihtiyaçlarını giderme çabalarına, bunun için geliştirdikleri kendiliğinden oluşan örgütlenmelerine sürekli dikkat çekmekte.
Kendiliğinden oluşan örgütlenmede en işe yarayan haberleşme zemini olan sosyal medyaya dönük kısıtlayıcı tedbirleri bizler gibi yabancılar da anlamakta zorlanıyorlar.
Bütün haberlerde bu anlamsızlığa mutlaka yer veriyorlar.
Bir de ‘AK Partili’ kimliğini temsil edenlerin davranışlarına…
Deprem felaketi partili ayrımı yapmadan herkesi vurdu. AK Partili bir vekil de hayatını kaybetti. Bakanların, AK Parti yönetiminde yer alanların akrabaları da var hayatını kaybeden veya enkaz altında kurtarılmayı bekleyenler arasında.
Gerçek bu; ancak bölge insanına yardım getirmek için çaba göstermiş, yollara düşmüş, dayanışma için yanlarına gelmiş muhalif siyasilere, AK Parti kimlikli bazılarının verdikleri tepkileri anlamak mümkün değil.
Eski bir milletvekili, kendilerine yardımcı olmaya koşan İstanbul belediye başkanına, ‘İngiliz uşağı’ yaftası yakıştırarak “Defol” diyebildi.
Halen milletvekili olan bir başkası, beceriksizlikten CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu suçlayabildi.
AK Parti’nin itibar ettiklerinden bir yorumcu, sosyal medya üzerinden, halkına bizim yaşadığımız felaketin büyüklüğünü anlatmak için kendi ülkesiyle mukayese yapmış bir yabancının görüşünü, sergilenen beceriksizliğe mazeret olarak kullanabildi.
Bu üç örneğin kahramanlarının AK Parti irtibatları yanında bir başka ortak özellikleri daha var: Her üçü de kadın…
Erkek veya kadın, depremde zarar gören yakınları var veya yok, tek bir AK Partiliden yaşatılanlara tepki gelmedi.
Günlerdir, yakınlarının hayatta olup olmadığını öğrenebilmek için, enkazların başında “Sesimi duyan var mı?” diye haykıranların seslerini de mi işitmiyorlar acaba?