Türkiye’de o zamanlar her on yılda bir yapılan askeri müdahalelerin üçüncüsünden yalnızca iki yıl sonra (1982), ABD’deki öğrenimimden (yüksek lisans, Harvard Üniversitesi) ülkeme döndükten sonra akademik hayata girmek istedim.
Gözüm bir üniversiteye kapağı atabilmekti.
Bir yandan Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) doktora kurlarına devam ediyor, bir yandan da üniversitelerde ilgi alanıma giren kadroların açılmasını bekliyordum.
SBF’de girdiğim asistanlık sınavında başarılı bulunmamamın bir mesaj olduğunu anlamamıştım.
Oysa, sınav sonrası koluma girerek beni en yakındaki bir kafeye götürüp teselli eden kıdemli jüri üyesi profesörün özür diler tavrından bunu anlamalıydım.
Mesajı almadığım için arayışımı sürdürmem sonucu İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde sınavına girdiğim ve kazandığımın bölüm başkanı tarafından bildirildiği okutmanlık kadrosuna atanmam bir türlü gerçekleşmiyordu.
Sürekli başvurularım üzerine Başbakanlık Personel Genel Müdürlüğü’nden ‘sakıncalı’ olduğuma dair kendilerine bir yazı geldiğini ve bu sebeple atanmamın uygun görülmediğini rektörlük aylar sonra bana bildirmek zorunda kaldı.
Gazeteciliğim devreye girdi ve neden ‘sakıncalı’ görüldüğümü öğrenmem zor olmadı.
Hakkımda iler tutar olmayan bir-iki iddia ‘sakıncalı’ sayılmam için yeterli bulunarak resmi bir rapor haline getirilmişti.
[İddialardan birine göre, MTTB başkanlığım döneminde, Ege Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Saffet Solak’ın dövülmesi olayında adım geçmekteydi. Saffet Solak MTTB olarak konferanslar düzenlediğimiz saygın bir bilim insanıydı. Bize yakın fikirleri sebebiyle bazı tiplerin saldırısına uğramıştı. O olayda benim adımın geçmesinin sebebi şaşırtıcıydı: MTTB olarak kendisini savunan bir bildiri yayımlamıştım. Aleyhime rapor düzenleyenler adımın kendisini savunan bir bildiride geçtiğini yazmak yerine, sadece olayda adımın geçtiğini yazmakla yetinmişlerdi. Askeri dönemde gerçeği kime, nasıl anlatacaktım?]
SBF asistanlığı için başarısız olmuş, 9 Eylül’de ‘sakıncalı’ bulunmuştum.
Ne zaman biriyle ilgili ithamlar havada uçuşsa kendi başıma gelen olayı hatırlar ve o insanın başına getirilene kuşkulu yaklaşırım.
İstanbul’un büyükşehir belediye başkanı olan Tayyip Erdoğan’ın Siirt’te yaptığı konuşmada okuduğu bir şiir yüzünden ‘sakıncalı’ sayılarak siyasi hayatının söndürülmek istenmesine en yoğun karşı çıkanlardan biriydim.
Sürecin -28 Şubat 1997’de başlayan karanlık dönemin- en baskıcı günlerinde askerleri çok rahatsız edecek, onların yandaşlığını yapan kalem erbabının özellikle üstüme saldırmaları sonucunu doğuracak yazılardı yazdıklarım.
Yalnız yazmakla da kalmadım, sürekli katıldığım TV programlarında aynı tavrımı sürdürdüğüm gibi, kapımı çalan her yabancı meslektaşa Erdoğan’a yapılanın ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu anlatmaktan da geri durmadım.
Arşivim tanığımdır.
Kaderin böyle oyunları var; İstanbul’un şimdiki belediye başkanı Ekrem İmamoğlu da bazılarına göre siyasi hayatını sonlandırmaya yol açabilecek iddia ve ithamların hedefinde bugün. Kimileri görevden alınıp yerine kayyum atanacağını bile ileri sürüyor.
Hakkında tedavüle sokulan iddialara göre, İmamoğlu, başkan seçildikten sonra, sayıları 700’den fazla olan ‘sakıncalı’ kişiyi belediyede göreve atamış. İçişleri bakanı Süleyman Soylu o kişilerin ‘terörist’ veya ‘terör örgütleri ile iltisaklı’ olduğunu söylüyor.
Parklarda görevli ise bu sakıncalılar, o parklara çocuklarımızı nasıl gönderebilirmişiz… Metroda veya taşıma araçlarında çalışıyorlarsa, toplu ölümlere sebep olabilecek eylemler gerçekleştirmeleri pekala mümkün değil miymiş…
Kamuoyu önünde yapılan bu vahim iddialara verilen “Gerçekten terörist olan varsa, sakıncalı oldukları doğruysa bildir, kulağından tutup atayım” ya da “Eğer öyle bir durum varsa neden tutuklanmıyorlar” türü cevaplar havada kalıyor.
İddia sahibi içişleri bakanı olunca bir bildiği vardır diye düşünülüyor olmalı.
Herhalde haklarında bir fiş, hatta rapor bulunduğu sanılıyordur.
Fişleme nasıl olduysa doğal karşılanır hale geldi.
Oysa 1980’li yıllarda, askerler yerlerini seçilmiş sivillere terk ederken, dönemin gazetelerinin ısrarla konuyu gündeme taşımaları sonucu, o güne kadar kişiler hakkında tutulmuş olan fişlemeler imha edilmişti.
Bir daha mahkeme kararları dışında hiçbir bilgiye itibar edilmeyeceği devlet yetkilileri tarafından kesin bir dille ifade edilmişti.
Askeri dönemde bile, benim akademik hayata intisap arzumun önünün kesilmesine sebep olan da dahil, kişiler hakkında yazılmış raporların altına, o rapordaki bilgilerin kanıt yerine geçmeyeceği notu düşülürdü.
Nitekim, üniversitelerin kapısından döndürüldükten sonra, kendisine “Ama benim hakkımda asılsız da olsa bir ‘sakıncalı raporu’ var” hatırlatmasını da yaptığım halde, bir cesur bürokrat sayesinde, bir memuriyete atamam yapılabilmişti.
Günümüzde fişleri geçerli sayan yeni bir anlayış mı belirdi?
Diyelim fişler doğru ve gerçekten ‘sakıncalı’ biri belediyeye eleman olarak sızdı; bunda atamanın nihai mercii bile olsa belediye başkanının suçu ne? Adalet bakanlığı birimlerinin iyi hal kağıdı verdiği birini işe başlatmamak, esas bu suç olmalı, değil mi?
Fazla uzak sayılmayacak bir geçmişte henüz siyasi hayatının başlarındayken Tayyip Erdoğan’ın geleceğini karartmak için başvurulan yöntem sonuç alabildi mi?
Tayyip Erdoğan bugün Cumhurbaşkanı…
Kendisine o günlerde “Muhtar bile olamaz” denildi de ne oldu?
Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığına giden yolu kısaltılmak isteniyorsa o zaman başka tabii…
Ben yine görevimi yerine getireyim ve belki dinleyen olur diye yıllar önce Tayyip Erdoğan’ın siyasette önünü kesmek isteyenlere yaptığım daveti bu kez Ekrem İmamoğlu için tekrarlayayım: “İnsanları boş iddialarla rahatsız etmekten vazgeçin.