Sadece bir hafta önce, G-20 zirvesi için Bali’de bulunduğu sırada, G-20’nin aynı zamanda NATO üyesi olan ülkelerinin liderleri ABD başkanının davetiyle yan bir toplantıya çağrılırken kendisinin dışarıda bırakılmasını, “Ben önemli toplantılara katılırım” gerekçesine bağlamıştı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan…
Dün bir baktım, dünya kupası açılış törenini izleyenler arasında yer alıyor…
Gençliğinde yarı-profesyonel futbol oynadığı için dört yılda bir yapılan önemli turnuvaya katılmasını hiç yadırgamadım.
Türk milli takımı kupa için yarışan 32 ülke takımları arasında bulunmasa bile…
Bugün gazetelerde yer alan diğer futbolsever devlet başkanlarıyla orada görüştüğüne dair haberler ise beni biraz şaşırttı.
Mısır devlet başkanı Abdülfettah el-Sisi ile el sıkışmış Cumhurbaşkanı Erdoğan…
Hayır, el sıkışmasını doğru bulmadığım için değil şaşırmam, iki ülke arasında on yıla yaklaşan soğukluğu ortadan kaldıracak her girişimi olumlu karşılamaya hazırım. Önemsiz veya tesadüf gibi görünen karşılaşmalardan hayırlı gelişmelerin de çıkabildiğini ise geçmişin bazı tarihi olaylarından biliyorum.
Öyleyse?
Davet sahiplerinden başka kimlerin daha katılacağı soruşturulmuş ve el-Sisi’nin adı öğrenilmiştir; böyle bir karşılaşmanın kaçınılmazlığı düşünülerek gitmeden önce ortamı yumuşatacak birkaç söz söylenebilirdi.
Keşke öyle yapılsaydı.
İki liderin el sıkışmasını haberleştiren gazeteler, hiç değilse bazıları, on yıl boyunca sarf edilmiş çok sayıda kırıcı açıklamayı hatırlatmadan duramamışlar.
Hiç kuşkusuz o sözlerle ilgili malumat Mısır tarafında vardır.
Türkiye’nin son on yıla damga vuran Mısır’la ilgili politikası duygusal bir zemine oturuyor. ‘Arap baharı’ ile iktidarları sarsılan liderlerin yerlerini Türkiye’ye daha olumlu bakan yenilerinin alacağı beklentisi buna yol açtı.
Hüsnü Mübarek gitti ve yerine gerçekten de beklenti istikametinde biri hem de seçilerek geldi: Muhammed Mursi…
Mursi’nin kısa süre sonra bir darbeyle devrilmesi Ankara’yı rahatsız etti.
Tepkiler yerindeydi, lakin aşırıya kaçıldı.
Sanıyorum bunda, Mursi’yi iktidara taşıyan halk hareketinin darbeyi hazmedemeyeceği hesabı rol oynadı.
Yanlış bir hesaptı bu.
Ortadoğu ve İslam Dünyası açısından merkezi öneme sahip Mısır’la bozulan ilişkiler Türkiye’nin geleneksel dış politikasına olduğu kadar, Tayyip Erdoğan’ın izlediği kişisel çizgiye de uyumlu değildi.
Mısır’ı önemsememe ve dargınlığı sürdürmenin Türkiye’ye faturası ağır oldu.
Çok daha önceleri bir yolunu bulup ilişkileri normal bir zemine oturtmak gerekirdi.
Bunda hiç kuşkusuz Mısır yönetiminin de en az Türk muhatapları kadar duygusal davranmalarının büyük rolü var. Kahire’nin de Türkiye’nin önemini doğru değerlendiremediği anlaşılıyor.
Abdülfettah el-Sisi de, belli ki, kolay bir lider değil.
Son on yılı belirleyen bölgeye dönük en önemli dış politika yanlışı, bugün ortaya çıkan Türkiye’nin öngöremediği yeni ittifakların oluşmasına yol açtı. Geleneksel dostlar düşman, geleneksel düşmanlar da dost haline geldi.
İki ülke arasındaki soğukluk yalnız dış politikayı etkilemiyor, Türkiye’nin dışa açılmış sanayici ve ticaret erbabı da ilişkilerin bozulmasından zarar görmekte.
Dünya kupası vesilesiyle Doha’da buluşan iki ülke liderinin karşılaştıklarında el sıkışmaları bir anlık bir sıcak görüntü olarak mı kalacak, yoksa daha çok Mısır’dan kaynaklanan, yakınlaşmayı Türkiye için yerine getirilmesi hayli zor şartlara bağlayan yaklaşımın ortadan kalkmasını sağlayıp yeni bir döneme kapı mı aralayacak?
Umarım, Mısır ile Türkiye, aralarındaki soğukluğu gidermeyi başarır.
[Bir kişisel not: Soğukluğun hüküm sürdüğü şu son on yıl, bizim çok önceden kararlaştırdığımız Mısır’ı eşim ve gelebilecek çocuklarımla aile olarak ziyaret edip yakından tanıma niyetimizin gerçekleşmesini de engelledi. İki ülke insanlarının birbirlerini daha yakından tanımaları gerektiğine inanıyorum.]
Hıncal Uluç’un ardından
Aynı mesleği sürdürmemize, bazı dönemler aynı çatı altında -o yazar ve yorumcu ben TV’de programcı olarak- bulunmamıza rağmen herhangi bir dostluk ilişkimiz olmadı.
Türk medyasında hep yenilikten yana bir yazardı.
Öz yeğeninin –Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın- uğradığı suikast sonrasında genel geçer yaslı aile ferdi tavrını sergilemek yerine, gri beyin hücrelerini kullanarak, ciddi kuşkular beyan etmesi onu benim gözümde daha da değerli kılmıştı.
Sabah gazetesi Dinç Bilgin ve Turgay Ciner dönemleri sonrasında üç değişik yönetimin eline geçtiğinde, o yönetimde söz sahibi olanlar, her biri ayrı ayrı, bana “Ne yapmalı, ne yapmamalıyız?” sorusunu yöneltmişlerdi. Üç söz sahibi kişiye de, görüşmelerimizde, “Hıncal Uluç’u küstürmeyin” tavsiyesinde bulunmuştum.
Hastalığını atlatamamış ve vefat etmiş.
Allah’tan kendisine rahmet diliyorum.