Fehmi Koru yazdı: Cumhurbaşkanı Erdoğan bizim büyükelçilere dün neler söylemiş öyle, benim itirazım var

Günlük yazılarla geçirdiğim son 40 yıla yakın süre içerisinde kaleme aldığım ne var ise, herhalde en az dörtte biri, dış politika konuludur.

Fehmi Koru

Meslek hayatımın önemli bir bölümü dış politika üzerine okumak ve yazmakla geçti.

Yeni Devir gazetesine, her birinde bir veya birden fazla yıl geçirdiğim Londra’dan (1977-78), Şam’dan (1979), Boston’dan (1980-82) yorumlu haberler gönderdim.

Milli Gazete’ye, genel yayın yönetmeni olmadan önce (1984), Abdülkadir Özkan’ın yayın yönetmeni olduğu dönemde, detaylı dış politika yazılarıyla katkıda bulundum.

Zamanında her ay 100 binin üzerinde satışa ulaşmış bulunan ‘İslam’ dergisinin büyük bölümünü işgal eden dış politika sayfalarını ben hazırlardım (1985-86).

Günlük yazılarla geçirdiğim son 40 yıla yakın süre içerisinde kaleme aldığım ne var ise, herhalde en az dörtte biri, dış politika konuludur.

ABD’de Harvard Üniversitesi’nde -Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde- aldığım yüksek lisans eğitimim de doğrudan dış politika alanındadır. Massachusetts Institute of Technology üniversitesinin Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde de araştırmacı olarak bulundum (1980-82).

Yarım yüzyılı aşan yazı hayatımda yolum dünya liderleriyle de kesişti; bir çoğuyla bire bir tanışma, görüşme ve mülakat yapma imkanı da buldum.

Bu girişi bundan sonra yazacaklarımı biraz da benim bu arka-planımı düşünerek okumanızı sağlamak amacıyla kayda geçiriyorum.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dün, Türkiye’yi dünyanın değişik vatanlarında temsil eden büyükelçiler önünde konuşurken doğal olarak dış politikayı ilgilendiren konular üzerinde durmuş. Biraz önce göz attığım gazetelerin çoğunda, o konuşmadan şu cümle manşete çekilmişti:

‘‘Üç kıtanın kalbinde yer alan Türkiye, hadiseleri tribünden seyredemez. Sahada ve masada kuvvetli olmak bizim için tercih değil mecburiyettir.’’

Hiç kuşkum yok, bu cümleyi sarf ederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, o cümlede yer bulan iddiaya yürekten inanıyordur.

Sadece genel anlamını da değil, Türkiye’nin -daha doğrusu kendisinin başlangıcında bulunduğu ülkeyi yöneten kadronun- hadiseleri tribünden seyretmediğini, sahada ve masada kuvvetli olma mecburiyetini yerine getirdiğini de düşünüyordur.

Müsaade edilirse benim bu kabule itirazım var.

Bugün Türkiye dünyadaki gelişimleri tribünden seyrediyor ve maalesef bundan öte bir şey yapabilecek güçte de değil ülkemiz.

O cümlenin gerçeğe yakın olduğu bir dönem vardı, ama Türkiye bugün o dönemdeki konumundan oldukça uzak.

Kanaatimin temelinde ekonomik sıkıntılarla boğuşan bir ülkenin istese bile dünya vakalarını etkileyecek bir güce sahip olmasının imkansızlığı yatmıyor yalnızca; elbet bu da önemli bir sebep fakat iddianın geçersizliğinin çok daha fazla sebepleri var.

‘Arap haharı’ diye bilinen, birkaç ülkede devlet başkanlarının değişmesini getiren sürecin hemen öncesine kadar, ülkemiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü konuşmasının o manşetlik cümlesini hak edecek bir görüntü vermekteydi.

Gerçekten de ‘Arap baharı’nın esin kaynağı da Türkiye idi.

Halkı Müslüman demokratik bir ülke olarak Türkiye, bir yönüyle Batı’nın önemli global örgütlerinden Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik müzakerelerini yürütürken, bölge halkları için olumsuz sonuçlar verecek savaşına -Irak- taraf olmayı 1 Mart tezkeresi -2003- ile reddettiği halde ABD ile ‘stratejik ortak’ statüsünü de koruyabiliyor, daha önceleri ‘dört tarafı düşmanlarla çevrili’ bir ülke görüntüsü vermişken o zamana kadar geçen 10 yılda ‘komşularla sıfır sorun’ politikası yürütüyor ve pek çok yabancı devlet ve hükümet başkanı tatilini AK Partili mukabillerinin davetiyle ülkemizde geçiriyorlardı.

Görüşüne değer verilen bir ülkeydi Türkiye.

Devlet adamlarının global alanda ağırlığı vardı.

Arap sokaklarına da hakimdi etkisi ve o insanların devlet adamları bu sebeple Ankara’yla aynı frekansta bulunmaya özen gösteriyorlardı.

Zaten o sayede de Türk ekonomisi en verimli dönemini yaşıyor, fert başına milli gelir rekor seviyeye ulaştığı gibi, dünyanın 10 büyük ekonomisinden biri haline gelineceği rüyaları görülebiliyordu.

Devlet adamları ve üst düzey bürokratlar dünya liderlerinin rutin buluşma zeminlerine konuşmacı olarak davet ediliyorlar, onlar da gittikleri her yerde merak edilen kendi başarı hikayelerini anlatıyorlardı.

Şimdi oluyor mu bu saydıklarım?

Hayır, olmuyor.

F-35’in ortaklığından itilen ve çok daha önceleri kendi ülkemizde üretimi yapılmış F-16’ların modernizasyonuna bile ters bakılan bir ülkeyiz. Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Suriye ile gel-gitlerimiz ortada. AB üyeliği hayali yok oldu; üstelik Türkiye kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’nde sıkıntılar yaşıyor. Filistin davası konuşulamıyor bile; biz İsrail ile ilişkileri bir dargın bir barışık yürütürken, Körfez ülkeleri Kudüs’ü nihayet başkent ilan etmiş İsrail ile ‘İbrahim Mutabakatı’nda saf tuttular.

Rusya var ya!

Var mı gerçekten? Yoksa Putin’in çizgisinde olunca ilgi gören, biraz farklı davranınca hoş bakılmayan bir halde miyiz?

Dünyanın dört bir tarafınca gelmiş ülkemiz büyükelçilerinin yüzlerini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından ‘‘Üç kıtanın kalbinde yer alan Türkiye, hadiseleri tribünden seyredemez. Sahada ve masada kuvvetli olmak bizim için tercih değil mecburiyettir’’ cümlesini işittiklerinde görmek isterdim doğrusu.

Medya Haberleri

Fehmi Koru: Cezalar bana Almanya’da milyonların ölümünden sorumlulara yapılan muameleyi hatırlattı
Hükümette “İçişleri” krizi, Bakana operasyon mu?
Aziz Yıldırım “Hakkımda soruşturma açacaklardı” cümlesini neden kurdu
Ülkemiz eski Türkiye’yi anımsatan ‘darbe’ sözcüğüne rağmen çok değişti
Mourinho mu? Aziz Yıldırım mı?