Amerikalı sanatçı Andy Warhol, sosyal medya öncesi dönemde, “Herkes bir gün 15 dakikalığına şöhret olacak” tespitini paylaşmıştı. Sosyal medya şöhretin süresini kısalttı lakin cümlenin ‘herkes’ bölümünü daha kuvvetli hale getirdi.
Ben o sözün tersinden de doğru olduğu kanaatindeyim. En hayati olayların bile gündemde kalma ömrü günümüzde dakikalar mesabesinde; ne kadar gayret gösterilirse gösterilsin, insanların olaylara ilgisini uzun süre ayakta tutmak çok zor.
Pek çok genç insanın, geçen haftayı bütünüyle işgal eden Sinan Ateş suikastının da kısa ömürlü ilgi kaderiyle karşılaşacağı beklentisinde olduğunu fark ettim.
“Unutulur, unutulur” deniliyor ya, bu olay da onlardan biri haline dönüşebilir gibi geliyor.
Her sabahki gazete mütalaalarım bana bugün bunu düşündürdü. Gazetelerin gündeminde ilk sırada yer almıyor artık olay; konuya sadece birkaç yazar ilgi duymuş…
Olayın siyasi suikast boyutunu önemseyen bir genç, bana, “Sinan Ateş suikastı geçmişte işlendiğini yazdığınız diğer suikastlar gibi mi?” sorusunu yöneltti.
Soruyu ilginç buldum.
Aklımda yer etmiş siyasi olaylarla bu son yaşananı mukayese ettiğimde, Sinan Ateş’in hayatını kaybettiği bu son cinayetin öncekilerle çok önemli bir farkı bulunduğunu gördüm.
Siyasi kimliği bulunan bir kişinin vücudunu ortadan kaldırmak için girişilen her suikast sonrasında, suikastın hedefi olan kişi ister ‘sağ’ ister ‘sol’ kimliğe sahip olsun, ‘olağan şüpheliler’ suçlansa bile, eylemlerin görünenden farklı bir el tarafından planlandığı kuşkusu zihinlerde oluşurdu.
‘Olağan şüpheliler’, hedef ‘sağcı’ biri ise ‘solcular’, tersine ‘solcu’ biri ise ‘sağcılar’ kabul edilir, tetikçiler hep karşı cephede aranırdı.
Genellikle aranan yerde bulunurdu da.
Ancak, yine genellikle “Bu işin içinde başka bir iş var” kuşkusu da duyulurdu.
Duyulur ve fatura ‘derin devlet’ kavramıyla ifade edilen bir yere kesilirdi.
Her darbe öncesi siyasi nitelikli cinayetlerin artması bu kanaati doğuran sebeptir.
Kuşku yerinde miydi?
‘Yeşil’ kod adlı birini hatırlıyor musunuz?
Failleri meçhul kalmış pek çok cinayetin faili olduğu düşünülen biridir ‘Yeşil’.
Onun ortalıkta bulunduğu dönemde işlenmiş siyasi mahiyetli cinayetler ‘derin devlet’ ile ilişkili bilinir.
‘Derin devlet’ gerçekten varsa, onun kim bilir kaç ‘Yeşil’ türünden elemanı vardır…
Kuşkuların doğrulandığı bir olay da, aslında bir arada seyahat etmeleri akıl dışı sayılabilecek kişilerin içinde bulunduğu bir Mercedes Susurluk’ta bir kamyona çarptığında görülmüştü (1996).
Siyasi tarihe ‘Susurluk olayı’ olarak geçti o olay…
Belleğimde sanki dün imiş gibi yerini koruyan bayağı eski bir olay daha var.
Gazeteci İlhami Soysal’ın Ankara’da güpegündüz kaçırılması olayı…
Dönemin Genelkurmay başkanı Cemal Tural’ı kızdıran yazılar yazmaktaydı Akşam gazetesi yazarı İlhami Soysal. 1969 yılında. Dolmuş beklerken yanında duran bir araçtan gelen nazik davete uyan gazeteci, gideceğini söylediği yerden farklı bir yöne gidildiğini fark edip inmek istediğinde, araç içerisindeki diğer kişilerin saldırısına uğramıştı.
Hem dövdüler, hem de sövdüler. Sonra da Ankara dışında bir yerde kendisini araçtan attılar.
Kimler?
İlhami Soysal kendisini kaçıranların polis olabileceğinden kuşku duyduğunu yazınca Ankara Emniyeti olayla kendilerinin ilişkisi bulunmadığını açıkladığı gibi, saldırganları da bulma çabasına girdi.
Buldu da.
Üç saldırgandan biri, görev yeri Kıbrıs’ta bulunması gereken yarbay rütbeli Salih Raci Tekin, diğerleri de onunla aynı birimden iki astsubaydı. Araç yarbaya aitti. Emri veren Cemal Tural’dı. Emri alıp üçlü timi oluşturan ise Özel Harp Dairesi’nin (ÖHD) başkanı olan bir tuğgeneraldi. Tural’ın, olaydan sonra, ÖHD başkanı olan komutanı askeri ateşe olarak Londra’ya atadığı anlaşıldı.
Hedef alınan şahıs -gazeteci İlhami Soysal– hayatını kaybetmediği halde ‘siyasi suikastlar’ konusunu ele alırken neden bu olayı hatırladım?
Evet, bildiniz, 22 yıl önce hayatını bir siyasi suikastta kaybetmiş Doç. Necip Hablemitoğlu olayı yüzünden…
Uzun yıllar failleri meçhul kalmış Hablemitoğlu suikastının failleri olduğu iddiasıyla yargılananlar asker kişiler. İki ast rütbeliden biri Hablemitoğlu’nun evi etrafında keşif yapmış, evden çıkış ve eve dönüş saatlerini belirlemiş, bir diğeri ise o keşifle elde edilen bilgiler istikametinde oluşturulan planı uygulamış ve tetiği de o çekmiş…
İçlerinden birinin verdiği ifadeye göre, kendilerine suikast emrini de albay rütbeli komutanları vermiş…
Üçü de o sırada ÖHD birimi içerisinde görevli imişler.
İşin özeti şu: Geçmişte işlenen siyasi mahiyetli cinayetler ve suikastlarda kimler fail gösterilmiş olurlarsa olsunlar, sürekli ‘derin devlet’ suçlanmıştır.
Sinan Ateş suikastında ise faillerin öyle bir kimliği bulunmadığı anlaşılıyor.
Tetiği çeken, bir çatışmada birini öldürdüğü için ömür boyu hapis yatacak bir mafya üyesi.
Eyleme katılan birkaç kişi de bir uyuşturucu çetesinin mensubuymuşlar.
Siyasi suikast bir uyuşturucu çetesine ihale edilmiş…
Faillerin ve onları yönlendirenlerin fazla gecikilmeden bulunabilmesi ve eylemin üzerine gidilebilmesi, biraz da bu yüzden olmalı.
Hablemitoğlu dosyasının açılabilmesi için 22 yıl beklemek gerekmişti oysa.
İlhami Soysal eyleminin gecikmeden ortaya çıkması da başkaları tarafından işlenen eylemin polislere mal edilmek istenmesindendi.
Susurluk kazası sonrasında, devletin ilgili kurumları, siyasilerin yönlendirmesiyle, kapsamlı raporlar hazırladıkları ve konu bütün çıplaklığıyla ayan beyan ortaya çıktığı halde,, bir milim bile ilerleme kaydedilemedi.
Arada böyle bir fark var işte.
Devlet şimdi kendisini daha rahat hissediyor olmalı.
Son bir not: Bloomberg ajansının Türkiye’ye özel önem verdiği malum. Oradan çıkan bir değerlendirmeyi dün Washington Post gazetesinin sitesinde okudum. Ajans muhabiri Türkiye’de yapılacak seçimin 2023’ün en önemli seçimi olduğu görüşünde. Yazının bir yerinde ‘derin devlet’ kavramı da geçiyor; AK Parti’nin onu etkisiz hale getirdiği yorumuyla birlikte…