Avrupa’da son 20 yıl içerisinde yaşananlardan hareketle oluşmuş en keskin kabul, bir Avrupalı liderin bir başka Avrupalı ülkeye askerlerini işgalci güç olarak gönderme kararıyla birlikte yıkılmış bulunuyor.
Terörün Avrupa dışı bir yöntem ve en önemli hedefinin de Avrupa -hatta bütün Batı- olduğu kabulü yıkılmakta…
Bu kabul için filozoflar, siyaset bilimciler, sosyologlar uzun makaleler ve kitaplar kaleme aldılar; politikacılar onu ülkelerinin stratejik doktrini haline getirdiler, kamuoyları o kabulü gözü kapalı benimsedi.
Uygarlık hedefti ve onu hedef alan Avrupa-dışı bir düşünce modeliydi.
‘Medeniyetler çatışması’ kaçınılmazdı ve kendisini 70 yıl boyunca Avrupa’dan uzakta tutmuş bir ideolojiyi sahiplenmiş Avrupalı bir ülkenin ondan kurtulmasıyla ‘tarihin sonuna’ ulaşılmıştı.
Hakim değerleri temsil eden Batı bundan böyle yeni bir tarih yazacaktı.
Soğuk Savaş bir ara dönemdi, şimdilerde Batı’nın ve Batılı değerlerin hakim hale geldiği bir yeni döneme girilmekteydi.
Francis Fukuyama’nın ‘National Interest’ dergisinde (1989) çıktığında çok ses getirmiş ve ardından bir kitaba da dönüştürülmüş ‘Tarihin Sonu’ (The End of History) makalesi yolu açtı; onu Bernard Lewis’in Atlantic dergisinin 1990 Eylül sayısında yayımlanan ‘İslam öfkesinin kökenleri’ (The Roots of Muslim Rage) başlıklı makalesi izledi. Sonrasında, Harvard profesörü Samuel Huntington, Foreign Affairs dergisinde çıkan ‘Uygarlıklar çatışması’ (The Clash of Civilizations?) makalesi ile (1993) konuyu zihinlere iyice yerleştirdi.
Adlarını andığım bu makaleler üzerine yapılmış binlerce yayın bulunuyor.
Türkçe de dahil her dilde.
O sayede dünya kamuoyları bir süre sonra başgösteren ve hemen ‘İslam terörü’ adı konulan gelişmeye hazır hale gelmiş oldu.
El-Kaideler, 11 Eylül’ler, IŞİD’ler Batı’nın keskin zaferini kabullenmek istemeyen rakip ilkel bir uygarlığın öfkeli tepkisini temsil eder oldular…
“Terör” varsa Batılı olmayan toplumlar yüzünden vardı.
NATO da 1991 yılında İskoçya’nın Turnberry kasabasında yapılan zirvesiyle birlikte kendini ‘yabancı’ yeni düşmana göre yapılandırdı. Tarihin sonunun geldiğinin ilanına yol açan süreçte ideolojik iflastan kurtulmuş pek çok ülkeyi içine alarak genişledi NATO. Avrupa Birliği, yine aynı değerlendirme ile bir biçimde irtibatlı olarak genişlemesinin sınırlarını belirledi.
Türkiye o sınırın dışında bırakıldı.
[Fukuyama kitabında Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeleri ‘istikrarsızlığa mahkum’ görürken, Türkiye’yi farklı değerlendiriyordu. Huntington’a göre, uygarlıklar çatışırken Türkiye ayakta kalanlar arasında yer alacaktı; yaşlı profesör, bu müjdesini duyurmak için ülkemize kadar gelip birkaç konferans bile verdi. Prof. Huntington’u İstanbul’a davet eden bir bankanın düzenlediği konferansı izlemiş, Prof. Lewis’in onur konuğu olduğu bir-iki davette hazır bulunmuştum. Üçlünün içerisinde ülkemizi en yakından tanıyan Prof. Lewis Türkiye’yi diğer ikisi gibi özel bir durum olarak görmüyordu.]
Şimdi ne oldu da, itibarlı düşünürlerin bazen birbiriyle çelişkili bulunsa bile sonuçta tamamlayıcılık özelliğine sahip tezlerinin temelinde yer alan “Biz ve onlar” ayrışmasında Batı’ya en olumlu özellikleri, Batı-dışı uygarlık diye tanımladıkları bir başka dünyanın temsilcilerine ise ‘terör’ başta olmak üzere en olumsuz özellikleri uygun görmelerinin artık yerle bir olduğunu iddia ediyorum.
Bu yoldaki düşüncem ilk, Donald Trump’ın tetiklediği sarsıntıyla gözlerimi açmama sebep olmuş ABD’deki ‘evanjelik’ gruplarla belirmişti.
Lewis, Huntington ve Fukuyama’nın üstün değerlere sahip olduğunu belirttikleri Batı’nın en göz alıcı parçası olan ABD’de neşvü nema bulmuş bir ideolojik eğilim, onların başkalarından beklediği türden tepkiler vermekteydi.
ABD’de demokratik sistemin kalbi olan Capitol binasını basmaya ve bu yolla bir siyasi darbe gerçekleştirme arayışına kadar işi vardırdılar.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışması ise kanaatimi iyice pekiştirdi.
Özellikle de, saldırılar sırasında tahrip edilen kentler ve savaşın acımasızlığı karşısında ne yapacağını bilemez hale düşmüş insanlar, bir milyonluk yeni bir göçmen dalgası görüntüleri…
“Suriye gibi” benzetmesinde bulunurken ‘tarihin sonu’ ve ‘uygarlıklar çatışması’, ‘Müslümanların öfkesi’ ile on yıllar boyu gündemi belirlemiş bir kabulün suya düştüğünü fark ediverdim.
Rusya ile Ukrayna aynı uygarlık çevresinden iki ülke.
Çok uzak olmayan bir zaman diliminde, Almanya’nın, Avrupa’yı askerlerinin çizmeleri altında ezmeye çalıştığı gerçeğini ve o dönemde milyonlarca insanın canına mal olan gelişmeleri unutmuş gibiydik.
Vladimir Putin o dönemi yeniden hatırlattı.
Kabil, Bağdat, Şam ve Trablus gibi kentlerden edindiğimiz tahribat manzaralarının yerini Kiev’e doğru yürüyen 64 km’lik tank konvoyunun yol boyu yarattığı benzer manzaralar aldı.
Hani tarih sona ermişti, hani farklı uygarlıklar vardı ve bunlardan ilkel olanlar ileri düzeydeki Batı’ya karşı savaşmaktaydı? Hani öfkeli olanlar DNA’larına kadar düşmanlığın sindiği bir dinin mensuplarıydı?
İşte Avrupa’nın yamacında, aynı uygarlık çevresinden, üstelik pek çok yönden birbirine benzeyen iki ülke çatışıyor.
[Birkaç yıl önce, herhalde ‘tarihin sonu’nun gerçekten geldiğine inancın yol açtığı düşünce ikliminde, Avrupalı politikacılar Rusya’ya “Sen de bizdensin” mesajını Dostoyevski üzerinden göndermeye başlamışlardı. 2018 yazında, Fransa cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yanında Putin, Saint Petersburg’da basın önünde poz verirken, Dostoyevski’nin Puşkin’e ilişkin değerlendirmesi üzerinden Rusya’nın Avrupalılığı iddiasını dile getirmiş; ardından İtalya’nın o dönem başbakanı Giuseppe Conte de aynı alıntıyı İtalyan Senatosu’nda tekrarlamıştı.]
Avrupa uygarlık çevresinden bir ülke -Rusya- aynı çevrenin bir başka ülkesini -Ukrayna’yı- en vahşi yöntemle saldırıya uğratıyor, Batı’nın öndegelen ülkeleri -ABD dahil- bu gelişmeyi fırsat bilip Rusya’yı Putin’den kurtarmak için Rus halkını dize getirmeye yarayacağını düşündükleri sert yaptırımları birbiri ardına devreye sokuyor…
Galiba tarih yeni başlıyor ve uygarlık-içi çatışmalar Batı’yı sarsacağa benziyor.