1989 yılından başlayarak SSCB’nin çöküşü, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Yeni Dünya Düzeninin duyurulması ve dayatılması ülkelerin sosyalist ve komünist partilerini güçlü sarsıntılarla yüz yüze getirdi. Bu sarsıntı Avrupa’da olsun, az gelişmişler coğrafyasında olsun, yeni liberal yayılmacı anamalcı düzenle uyumlanma biçiminde siyasetlere yol açtı. Bir anlamda sosyal demokratlaştılar demek yanlış olmaz.
Bu konunun bir yanı. Diğer yanı ise 1989 öncesindeki süreçte anılan önemli partilerin hangi yaklaşımlar içinde bulunduklarıdır. Türkiye çözümlemenin tam da göbeğindeki bir konumdadır ve
doğrudan etkilenmiştir.
Sovyetler Birliği’nde V.I. Lenin sonrası dönem ile Türkiye’de Atatürk sonrası dönem bazı yönlerden koşutluk gösterir. Her iki ülkede de her iki devrimin öz ilkelerinden savruluş, uzaklaşma, giderek devrim karşıtlığı söz konusudur. Türkiye’de daha açık gerçeğe dönüşürken, SSCB’de anılan eylemler daha gizlenebilmiş, örtülenmiş, gözlerden kaçırılabilmiştir. Sözgelimi Nâzım Hikmet’in sürecin başına ilişkin gözlemlerini ve tepkisini yabana atmamalıdır. Doğrudan ve güvenilir tanıklıklardır. Türkiye’ye dönük, yayılmacılığın 1940’la başlattığı Türk Devrimi karşıtı saldırılarla eş zamanlı SSCB siyasetlerinde de dostluğu aşındırıcı denemese de egemenlik kurma amaçlı siyasalar güç kazanmıştır.
Türkiye sonuna gelecek olursak, özellikle Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) tarihinde beliren birikimin doğru çözümlenmesi gerekir. İki parti de Türk solunun başat örgütleridir. TKP varlığını Sovyet çizgisi üzerinden ortaya koymuştur. Bu açık gerçektir. Kadro dergisi öbeğiyle karşıtları TKP yöneticileri arasındaki iç hesaplaşma anımsanırsa daha iyi kavranacak gerçeğin bir benzeri TİP’teki Mehmet Ali Aybar-Behice Boran, Sadun Aren bölünmesidir. Bölünmeler günümüzde de aynı iki eksen üzerinde sürmektedir.
Sosyalistlerin ve komünistlerin, insanlığın en anlamlı, tutarlı ve bilimsel çözümlemelerinin kaynağı olmasına karşın, uygulama yönünden, genelde azgelişmiş ülkelerin, özelde ise Türkiye’nin ulusal sorunlarına yaklaşımlarının gerçekçiliği tartışmalıdır, çoğu olay ve konu için sorunludur.
Bolşevik Parti, Türk Bağımsızlık Savaşı sürerken ilk dönemde, kısa süre için de olsa ikilemde kalmış, Enver Paşa güçleri (İttihat ve Terakki) ile Mustafa Kemal’in Kuvayımilliye güçleri arasında kazanana göre taraf belirleme yoluna gitmiştir. Bu yaklaşım taktik yönden yerinde bulunabilir. İzleyen dönemde ise doğru ve gerçekçi siyaset belirlenmiş ve Kuvayımilliye ile Bolşevikler tarafından uygulanmıştır. Ne ki Lenin sonrası denebilecek dönemde hem SSCB yönetimi hem de düşünsel ya da örgensel bağları bulunan “Türkiye” komünistleri Atatürk-Türk Devrimini küçülten, önemsizleştiren bir yaklaşım içine girmişlerdir. Uzantıları Türkiye’de (SSCB yıkıldığından komünist demek olanağı bulunmuyor,) günümüzde de süren yaklaşıma göre her ne kadar önemliyse de “Kemalist” hareket bir reform hareketidir ve küçük burjuva özellik gösterir. Etkileri sınırlıdır, devrim değildir. Savaşın kazanılmasının altında Bolşevizmin desteği vardır. Türk “resmi tarih”i başarıyı abartmış, gerçekleri gizlemiştir… Yetmişli yıllarla birlikte onlarca parçaya bölünen ve her biri hemen yarın devrim yapacağına inanan komünist öbeklerin neredeyse tümünün Türk Devrimine bakışı bu yöndedir. Belki de anlaştıkları tek durum budur.
Belki doğrudan ilgili değil ama Türkiye halkı için önemli din alanında da salt “din afyondur” tümcesi, önünden ve ardından cımbızlanarak ve anlaşılmadan kullanılmış, Türk Devriminin din kurumuyla ilgili yaptıkları anlaşılmamış, halka da güvensizlik yayılmıştır.
Rus işgalini ve beraberinde Ermeni kıyımını (zamandizinsel bağlamda önce) yaşamış Türk halkına çoğu zaman temelsiz Rus hayranlığıyla ve Ermeni soykırımının yapıldığı doğrultusunda savlarla
seslenildiğini de eklemek gerekir.
Tarihten örnekler çoğaltılabilirse de çalışmayı daraltmak gerektiğinden, Kıbrıs konusunda benimsenen siyasaları açıklamak yararlı olacaktır. Yukarıda açıklanan anlayışı benimseyen komünist gruplar Kıbrıs’ta Türk ordusunu 1960’lı yıllarda karışan, müdahale eden güç, 1974’te ise işgalci güç görmüşlerdir. “Barış Harekâtı” adını, “barış için savaş” diyerek alay konusu ettiler. Onlara göre
Kıbrıs’ın geleceğini Türk'ü ve Rumu'yla Kıbrıs halkı belirlemelidir.
İlk bakışta çok hoş görünen bu anlayışın gerçeklerle uyumlu bir yanı yoktu. Bu uyumsuzluğu devrimciliğinde, komünistliğinde kimsenin kuşkusu bulunamayacak Ernesto Che Guevara da
görememiştir. 1964 yılında Birleşmiş Milletler kürsüsünde yaptığı konuşmada şöyle diyecektir: “Barış içinde bir arada yaşama ilkesi, Kıbrıs’ta, NATO’nun ve Türkiye hükumetinin baskıları yüzünden zor bir sınav geçirdi. Kıbrıs halkı ve hükumeti egemenliklerini kahramanca savunmak zorunda kaldılar.”
Oysa Che’nin bu sözleriyle eş zamanlı olarak Kıbrıs Türkleri köylerinde, kentlerinde kıyımlara uğratılmaya başlanmıştı. 1960 Antlaşmasıyla-Anayasasıyla Türklerin elde ettiği haklar daha ilk andan başlayarak Rumlar tarafından yok edilmek istenmiş, Türk milletvekilleri meclisten kovulmuşlardır. Çünkü amaç Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasıdır. Bunun ideolojik adı “enosis”tir, “panhelenizm”dir. Örgütü faşist EOKA örgütüdür, başındaki ise Nikos Samson’dur. Aynı yıllarda Yunanistan’da, 1974 öncesinde darbeci faşist yönetimin bulunduğu da unutulmamalıdır.
Söz konusu saldırılara, kıyımlara karşı Türklük duygu ve duyarlığını diri tutmak için Türkçü yayınlar da yaptıkları için Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş Türkiye ve Kıbrıs solcularınca “ırkçı” görülmüş, yine aynı kişilerin önderlik ettiği Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ırkçı örgüt diye sunulmuştur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı uluslararası anlaşmaya ve garantörlük hakkına dayanılarak, hem insanları kıyımlardan kurtarmak hem de Türkiye’nin güneyini ve deniz sahasını güvenceye almak (stratejik-izlemsel) amacıyla yapılmıştır ve o günden bu yana Kıbrıs’ta toplumlar birbirine şiddet uygulayamamıştır. Tüm dünya her alanda korumacı politikalar içindeyken Türk “solu”nun bir kesiminin kendi ulusunu ve ulusal haklarını bu kadar hiçe sayması, zaman zaman aşındıran tavırlar içinde olması anlaşılır gibi değildir. Varsayım bu ya, iktidar olması durumunda ulus çıkarlarını zarara uğratması işten değildir. Koktenci sol koalisyon Syriza Lideri Eski Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras’ın göreve gelir gelmez ilk ziyaretini nereye yaptığını bilmem anımsatmaya gerek var mı. Evet, ilk iş olarak Kıbrıs Rum Kesimini ziyaret etti. Yunan ordusunun en az 18 Türk adasını işgalini onayladı, uyguladı. Çipras’ın köktenci (radikal) sol-sosyalist olduğunu anımsayalım.
Siz hiç adalarımızın Yunanistan tarafından işgalini, tarihsel, içtenlikli bir açıklamayla kınayan bir Türkiye sosyalist-komünist partisini biliyor musunuz? Ya günümüzün Kıbrıs açıklarında gaz-petrol aramaları üzerinden Türkiye’nin çıkarlarına karşı çabaları, sorunlarla dolu Kıbrıs Rum Kesiminin tüm Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği’ne alınmasın kınayan, eleştiren sosyalist-komünist parti?.. Bilmemek benim cehaletim olsa gerek.
Kıbrıs Rum toplumundaki komünist parti AKEL’in sınıfsal, emperyalizm karşıtı, Yunan-Rum ırkçı siyasası karşıtı bir siyasa izlediğini mi sanırsınız? Hiç de böyle olmadı. Kıyımlara tepki göstermedi, edilgen tutum içinde oldu.
Sol-sosyalist düşüncenin bulunduğu bile su götürür Amerika Birleşik Devletleri bir yana, İngiltere sol ve Avrupa sosyalist-komünist partilerinin toplumcu gelenekle, tarihsel sol birikimle bir ilgilerinin bulunmadığı açıktır. Gerçekten de Afganistan, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerde siviller uçaklarla bombalanırken, yüz binlercesi öldürülürken, gıda, tarım, beslenme bunca ticarileşmiş, tohum tekellerinin insafına bırakılmışken, insanlık hastalıklarla kırılır duruma sokulmuşken bu sözde sol partilerden ses duyamazsınız. Duyamazsınız ama Türkiye sözde solcuları hâlâ Avrupa’nın yayılmacı kurumlarından, giderek ABD’den insan hakları, demokrasi, sol dayanışma “şifa”sı umabilmektedir. Şifa demişken, ulusunun dertlerine, acılarına merhem olamayan, “ulus”, “Türk”… sözcüklerini duyduğu anda faşizmle eş tutan, bireyin kendi deneyimleriyle bile ulusal duyarlık taşıyabileceğini ve sol dünya görüşüyle çelişmesinin sözkonusu olamayacağını, bu değerlerin hiçbir siyasi oluşumla hemen özdeş görülemeyeceğini yadsıyan sola, ulustan güven de beklenemez.
Bu kötü gerçeğin tek ayrı tutulması gereken kesimini Milli Demokratik Devrim (MDD) ve Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) geleneğini temsil eden siyaset oluşturur ki önemli adları Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Mehmet Ali Aybar, Mihri Belli, Deniz Gezmiş… gibi devrimci, Türk Devrimine bağlı ve üzerine çözümleme yapan düşün-eylem adamlarıdır. Giderek yazın (edebiyat), düşünbilim alanından da birçok değerli adı, kültür, sanat yanı olarak eklemek yanlış olmaz.
2019 yılının son günlerinden birinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) adını Sol Parti olarak değiştirdi. Özgürlük ve dayanışma sözcüklerinin geçtiği eski adından hoşnut olmadığı anlaşılan Sol Parti’nin, aymazca siyaseti sonucunda AKP diktatörlüğünün kurulmasındaki payı azımsanamaz, doğrudan sorumludur. Kıbrıs konusunda da AKP’yle anlayışları örtüşen ÖDP, militarizme karşı oluş, vesayeti kaldırmak, sivil toplumculuk gibi gerekçelere sığınarak başta Fethullah Gülen cemaati olmak üzere cemaatlerin ve tarikatların “özgürlüğünü”, AKP’nin ilk kez demokrasi getirdiğini savunmuş, Ufuk Uras’ından Ömer Laçiner’ine sözde yeni liberal sözcüler 2003-2016 yılları arasında hem AKP gericiliğince beslenmiş, desteklenmiş, hem de tüm televizyon kanallarını, gazete köşelerini kaplamışlardır.
Türk Devrimini en doğru anlayan, büyük önemini, değerini dillendiren kişilerden biriydi Küba Devriminin Önderi Fidel Castro. Türkiye’nin başına ABD yayılmacılığı tarafından on yıllardır bela edilen kıyım örgütünü de en gerçekçi biçimde Castro açıklamıştı. Çok anlamlıdır, yol göstericidir!