Siyaset depreme hazır olsun
İnsan çoğu zaman aklının veya vicdanının emirlerinden ziyade kendi doğasının gereklerini yerine getirmeye eğilim gösterir. Hatta fıtratının gerekleri bazen kendi çıkarını gözetmekten bile alıkoyabilir insanı.
Türk toplumu olarak “yaklaşan deprem” konusundaki tuhaf duyarsızlığımız da bundan olmalı. 17 Ağustos’tan sonra evinin duvarındaki çatlağı sıvayıp hasarlı binada oturmaya devam eden kişilerin bu tutumlarını ekonomik yetersizlikle izah ettiğini görmüştük. Evsiz kalma endişesi hayatta kalma güdüsünü baskılıyordu sanki.
Çünkü bu kişilerin konuyla ilgili akıl yürütmesine göre depremin ne zaman olacağı, hatta olup olmayacağı belli değildir, deprem sırasında evde olup olmayacağı da belli değildir. Diğer yandan hasarlı binasının yıkılmasına izin verse yerine yenisini yapabilme imkânı bulup bulamayacağı meçhuldür. Dolayısıyla bir tür kumar oynamakta, ekonomik çıkarı adına hayatını riske atmaktadır. İntihar değildir yaptığı belki ama tabiri caizse intihar piyangosundan bilet almaktır.
Peki, ihtiyaçlar piramidinde can güvenliği en üstte değil miydi? Her ne kadar mal canın yongası olsa da mal uğruna canımızı tehlikeye atmamız akla uygun mu?
Akla uygun değil elbette. Ne var ki insan akıllı bir varlık olsa da hayatına ilişkin kararlarını aklıyla belirleyen bir canlı değil. Duyguları, takıntıları, kompleksleri var. Dolayısıyla iç dünyasında depremden daha fazla korktuğu hatta kendi hayatından daha fazla endişelendiği riskler olabiliyor. Söz gelimi nasıl göründüğünü nasıl yaşadığından daha fazla önemseyebiliyor.
Ülkeyi yönetenlerden beklentilerimiz de doğal olarak aynı mantık doğrultusunda oluyor. Şehirlerimizin depreme hazırlanması, can güvenliğimize yönelik böylesine büyük bir tehlikenin bertaraf edilmesi yolunda çaba gösterilmesi değildir istediğimiz. Başka şeylerdir. En başta mikro kimliklerimizin itibarıdır. Önemli olan “bizimkilerin” kazanmasıdır. “Bizimkiler” hayatımızı cehenneme çevirseler bile hiç olmazsa “ötekilere” göz açtırmamaktır.
Bizim konu hakkındaki tutumumuz böyle olduğuna göre ülkeyi yönetme sorumluluğu verdiğimiz kadroların da bu anlamda “kraldan fazla kralcı” olacak halleri yok. Önemli olan sizin can güvenliğiniz diyerek bizi memnun etmeyecek işler yapacak değiller.
Nitekim yapmıyorlar. Yaşadığımız son felaketin üzerinden 23 yıl geçti. Nüfusun beşte birinin yaşadığı, sanayi ve ticaretin yanı sıra kültür ve eğitimin başkenti durumundaki İstanbul o günden beri muhtemel bir depremin gerçekleşmesini bekliyor. Mamafih yalnızca bekliyor. İlk yıllardaki haletiruhiye içinde atılan birtakım yetersiz adımlar bile geçen süre içinde giderek geri gitti.
Söz gelimi o günlerde ilçe merkezlerine yerleştirilen yaklaşık 2 bin deprem konteynerinden sadece 500’inin kullanılabilir durumda olduğu açıklandı. Bir başka açıklama bu sayının yalnızca 39 olduğu yönünde. Geri kalanı hırsızlarca yağmalanmış. Acil kaçış yolu olarak planlanan caddeler ise İspark tarafından otopark olarak kullanılıyor epeydir.
Toplanma alanlarının durumu daha ilginç. Yetkililer deprem anında kullanılacak toplanma alanlarının bu dönemde sayıca arttırıldığını söylüyorlar. Ancak İnşaat Mühendisleri Odası, büyük çaplı toplanma alanlarının önemli bir kısmının imara açıldığını ve bu alanlara AVM ve konut projesi gibi yapıların inşa edildiğini açıkladı. Buna karşılık “sayısı artan” toplanma alanlarının ise büyük kısmını “küçük park ya da kalabalık grupları alamayacak kadar küçük açık alanlar oluşturuyor.”
İstanbul’un “yapı stoku” hakkında da iyi şeyler söyleyebilecek durumda değiliz maalesef. “Depreme dayanıklı olmayan binalar” diye bir konu var ve bu konu 23 yıldır masanın üstünde bekliyor. O gün bugündür şunu tekrar tekrar söylemekten dilimizde tüy bitti: Türk ekonomisinin taşıyıcı sektörü olarak inşaat sektörünün seçilmesi yanlış değil ama İstanbul’un yanıbaşındaki arazide adeta yeni bir İstanbul inşa ederek doğal çevreyi daraltmak yerine şehrin içinde yer alan çarpık yapılaşmayı ortadan kaldırmak üzere “kentsel dönüşüm” projelerine kanalize edilebilir bu sektör. Böylece hem ekonominin lokomotif sektörünün canlılığı temin edilir hem de İstanbul’un depreme karşı güvenliği sağlanır ve düzenli, planlı, donatı alanları olan, insanca yaşanabilir bir şehir ortamına kavuşturulur insanımız. Böylece ihtiyaç miktarının üzerinde konut üretiminin iç göçü teşvik etmesi de bertaraf edilir...
Gelgelelim akla ve mantığa aykırı olduğu iddia edilemeyecek bu öneriler tartışma gündemine bile giremedi onca zaman. Derken, birkaç yıl önce İstanbul’un belirli semtlerinde “kentsel dönüşüm” projeleri başlatıldı. Anlaşıldığı kadarıyla amacı başka da olsa olumlu bir adımdı bu. Ancak depreme hazırlık düşüncesinden ziyade birtakım eski gecekondu semtlerinin zengin mahallelerine dönüştürülmesi veya yapıların dönüşümü planlamasında varlıklı semtlere öncelik verilmesi gibi hususlar “rantsal dönüşüm” eleştirilerini beraberinde getirdi.
Ne olursa olsun, İstanbul’un muhtemel bir depremden daha az etkilenmesini sağlamanın en önemli yolu yine bu. Bu hükümet de bundan sonra gelecek olan hükümet de her şeyden önce buraya yoğunlaştırmalı çalışmalarını. “Seçmenin böyle bir derdi yok ki” diyerek kenara çekilmemeli siyasetçi. Çünkü felaketin boyutları ne derecede büyük olursa siyaset sınıfının gelecekte bunun hesabını vermesi o derecede zorlaşacak.