Kazım Koyuncu, geleneksel Karadeniz müziği ile Rock’n’Roll müziği sentezleyerek kendi tarzını yaratmıştı. Müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başlayan Koyuncu, eğitimi için İstanbul’a geldi.
Kazım Koyuncu, Müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı ve çocukluğu, “üstadım” dediği, “Kemençeci Yaşar” lakabı ile tanınan Yaşar Turna’nın yanında türkü dinleyerek geçti. İstanbul’a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşmaya başlamışsa da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden siyasi nedenlerle ayrılan Kazım Koyuncu, 1992 yılında profesyonel müzik hayatına atıldı. 1992’de henüz 20 yaşında iken Ali Elver ile “Dinmeyen” adlı özgün müzik grubunu kuran Kazım Koyuncu’nun profesyonel müzik hayatı başladı. Zamanla Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmışsa da rock’tan kopamayan Kazım Koyuncu, geleneksel Laz halk müziğini rock tabanlı yorumlamaya başladı.
1993 yılında aldığı bir kararla okulu bırakan ve sadece müzik yapmaya karar veren Koyuncu, bu dönemi şu sözlerle anlattı:
“Zor dönemler, o okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim.”
Aynı yıl arkadaşı Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) adlı rock müzik grubunu kurdu. Aynı dönemde birlikte çalıştığı diğer grubu “Dinmeyen” 1996’da “Sisler Duvarı” albümünü çıkarmasının hemen ardından dağıldı.
Yeni grubu Zuğaşi Berepe ile 1995’te “Va Mişkunan” (Bilmiyoruz), 1998’de “İgzas” (Gidiyor) adlı albümlerini kaydetti. Grup sınırlı sayıda (yalnızca 130 adet) basılmış bir konser albümü de (Bruxel Live) çıkardıktan sonra 1999 yılında dağıldı. Askerden döndükten sonra 2001 yılında ilk solo albümü “Viya!”nın kayıtlarına başladı. Albüm çok ses getirmese de, Koyuncu için büyük bir deneyim oldu.
2002 yılında “Gülbeyaz” adlı Karadeniz dizisinin müziklerini yapması için teklif aldı. Teklifi kabul etti ve Gökhan Birben ile birlikte dizinin müziklerini yaptı. 2003 yılında ikinci albümün kayıtlarına başladı. 2004 yılında ise ikinci solo albümü “Hayde”yi yayımlayan sanatçının bu albümü satış rekorları kırdı. Konserlere ağırlık veren ve yurt dışı konserlerine çıkmaya başlayan Koyuncu’nun şiddetli öksürükleri de aynı döneme denk geldi.
Koyuncu, 2004 yılının aralık ayında arkadaşlarının isteği üzerine hastaneye gitti ve kanser olduğunu öğrendi. Doktorlar kendisini fazla yormamasını söylese de konserler vermeye devam etti.
“HEPSİNİN ÖTESİNDE BİR DEVRİMCİYİM”
Bir röportajında “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, lakin hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim” diyen Kâzım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te, henüz 33 yaşındayken yaşama veda etti.
Kâzım Koyuncu’yu İstanbul’dan uğurlamak üzere Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda bir tören düzenlendi ve 26 Haziran 2005 günü binlerce kişi Kâzım’ı uğurlamaya geldi.
Çernobil kazasından sonra kayıtsız kalan devlet ve hükümet yetkililerinin tutumlarını sorgulayan binlerce kişi, Kâzım Koyuncu’yu taşıyan aracın arkasından Taksim’e kadar, sloglarını kesmeden yürüdü.
Aynı akşam Trabzon Havaalanı’ndan alan Karadenizliler doğduğu Hopa’ya doğru arkasından büyük bir konvoy oluşturdu.
Kâzım, 27 Haziran 2005 günü doğduğu köyde, fındık ağaçlarının çevrelediği köy mezarlığında defnedildi.
‘ŞAİR CEKETLİ ÇOCUK ‘ HİKAYESİ
“Bana diyorlar ki çok mütevazi bir insansın. Aslında hiç mütevazilikle açıklanacak bir şey değil. Hayat zaten ne olabilir ki yani? Hava aynı hava. Bir yerde biraz kirli, bir yerde biraz temiz, vesaire… Yağmurlu ya da güneşli. Hayat, bir hayat yani. Bunun için çok fazla bir artistliğe falan gerek yok. İnsana güç veren şey kendi istediklerini yapmak. Kendi olmak. Sadece müzik yapmaya karar verdim. Çünkü sert hayat, çok fazla seçenek barındırmıyordu. ‘En çok sevdiğim şey müzikti ve onu yapmalıydım’ dedim ve bir cesaret örneği sergiledim kendime.
Müzik yapmaya başladım. Müzik sadece şarkı söylemek veya gitar çalmak değildir diye düşünüyorum. Yaptığınız müziğin hayatta bir karşılığı vardır. Sanatçılara ihtiyaç var. Konuşabilen, savaşabilen, söyleyebilen; bilim insanlarına ihtiyaç var. Cesur olabilen, sistemi temsil etmekle sadece yükümlü olmayan ve birçok cesur insana ihtiyaç var. Türkiye bunları yetiştirmek zorunda. Ama en başta sanatçılarını yetiştirmek zorunda. Çocukken şiirle güzel oynuyordum. Şairlerle çok uğraşıyordum. Bir ceket yaptırmak istedim o zamanlar İstanbul’a gelirken. Şair ceketi. Geldiğimde şairlerin köprü altına gittiğini biliyordum. Kocaman bir yalana hazırdım, muhtemelen ne ceketler diktirirdim kendime… Köyümden çıkıp gelmiştim, orada başka şeyler okuyordum, burada başka şeyler okumaya başladım. Solcu bir babanın solcu oğluydum. Solcular saçlarını uzatmıyordu o zaman. Dik yakalı devrimci kazağım… O çocuk doğru bir çocuktu. Hep çocuk oldum. Hiçbir şeyi terk etmedim..”