Basit bir yol-kaldırım çalışmasının etrafını bile ‘Kültür yolu projesi’ yazan afişlerle süsleyen iktidar, beton faaliyetleri için tescilli kültür varlıklarını yıkıp yerine ‘yeni’lerini inşa etmekten çekinmedi. Üstelik böylelikle ecdadına sahip çıkıyormuş gibi göğsünü gere gere övündü. Son övüntüsü de Galataport. Milli ve yerli iktidarımız, liman yerine port kelimesini eklediği Galata’da liman çalışmalarında yanlışlıkla tarihi Yolcu Salonu’nu ve postaneyi yıktı(!) Boğaz silüetini bozdu, kıyı şeridini halka kapattı. Bu acı manzarayı, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinin penceresinden seyretmek zorunda kalan ama kentin hafızası için elinden gelen mücadeleyi ardına koymayan Şube Başkanı Esin Köymen anlattı…
Karaköy’den Taksim AKM’ye kadar uzanan Kültür Yolu Projesinin Galataport kısmı tamamlandı ve ‘hizmete’ açıldı. İktidar, bu güzergahta ne yapmaya çalışıyor?
Galataport aslında, Atatürk Kültür Merkezine kadar giden hatta başlangıç noktası olarak ifade edildi. Galaport projesi yaklaşık 1.2 km uzunluğunda bir kıyı şeridinin özelleştirilmesi projesi. Bir taraftan, Kılıç Ali Paşa, Nusretiye Camii, Tophane, saat kulesi ve çeşmenin olduğu alanın silüeti, ön tarafta deniz dolgusuyla ve onların hemen önünde yapılan yapılarla doğrudan doğruya tarihi Boğaz silüetini olduğu gibi altüst eden bir yapılaşma. Öte yandan, kapsadığı projeler ve uygulamalar itibarıyla baktığımız zaman bir özelleştirme projesi. Buradaki kıyılar, Anayasa’ya aykırı bir biçimde kamuya kapatıldı. Yolcu Salonu için “Bir gece kendi başına yıkıldı” denildi, tescilli bir kültür varlığıydı. Bir taraftan da mevcut bütün tescilli yapıların hem üzerlerine yapılan ilave katlarla hem de binalara yapılan bodrum katı ilaveleriyle aslında koruma ilkelerine aykırı olarak yapılmış özel bir proje alanı. Buradan çıkıp Atatürk Kültür Merkezine kadar olan güzergahın ikinci durağını Galata Kulesi olarak ifade ediyorlar. Galata Kulesi’ndeki süreci de biliyorsunuz. Ceneviz döneminden kalma bu gözlem kulesinde mülkiyet değişikliği yapıldı. İBB’den alındı ve birdenbire mazbut bir vakıf üzerinden vakıflara, aslında doğrudan Kültür Bakanlığına geçmiş oldu. Ve burada bir restorasyon süreci de yaşadık. Sizler de hiltili restorasyon sürecini hatırlarsınız. Bu yaşananlar sonrasında tescilli kültür varlıklarımıza nasıl davrandıklarını görüyoruz. Galata Kulesi de bu anlamda önemli. Galata Mevlevihanesi ile devam ediyor süreç. Galata Mevlihanesi, Milli Eğitim Bakanlığı üzerinden Kültür Bakanlığına tahsis edildi…
"TAKSİM MEYDANI, YENİ CAMİ VE YENİ KÜLTÜR MERKEZİ ARASINDA BİR GEÇİŞ KORİDORU"
Bu el değiştirmeler neden yapılıyor?
Çünkü bu yapıların mülkiyetleri siyaseten farklı belediyelerdeyse, önce bunların mülkiyetlerini kendi kurumlarına bağlıyorlar. Ardından da istedikleri süreci gerçekleştiriyorlar. Özel sektörde çok fazla sorun olmuyor. Narmanlı Han’daki gibi. Orada da inanılmaz bir restorasyon uygulaması yapıldı. Narmanlı Han’ın önü bırakıldı, arka avlu olduğu gibi yıkıldı. Bütün bina, bodrum katlarıyla birlikte yeniden oluşturuldu. İç bahçeli olan bir han. Bedri Rahmilerin yaşadığı, insanların hafızasında bir kültür merkezi gibi yer alan bir handı. Bir ticarethane gibi oldu. İçinde kafelerin olduğu bir alan haline geldi. Sonra devam ediyor. Mehmet Akif Ersoy’un bir süre yaşadığı Mısır Apartmanı, 12 Mart’ta Mehmet Akif Ersoy Müze Evi’ni açtı. Bu arada bu tarihlerle de mesaj veriliyor. Atlas Pasajı, Atlas Sineması, sinema müzesi bir restorasyon süreci ama tabi hemen karşısında Emek Sineması, Serkil Doryan binasından bahsedebiliriz. Emek Sineması mücadelesini biliyoruz. Nasıl yıkıldığını, Demirören AVM’nin yapılışını hepimiz biliyoruz. Bunlara bakış açısı, sermaye gruplarıyla iktidarın nasıl iç içe geçtiğini de gösteriyor. Bu kültür yolunun devamında Taksim Camii var. Uzun süre mücadele etti meslek odaları, özellikle Taksim’in adını aldığı bu su mahzeni hemen karşıdan bakıldığında üstüne oturuyormuş gibi bir görüntü veriyor. O büyüklükte bir caminin orada yapılmış olması, hani bu ’68-’70’lerden itibaren çokça konuşulan sağ iktidarların sürekli dile getirdikleri bir şeydi. En nihayetinde Taksim Camii, Atatürk Kültür Merkezi ve Gezi Parkı’yla ilgili süreci de biliyoruz. Atatürk Kültür Merkezi modern mimarlık mirası olarak tescil edilmiş olmasına rağmen Koruma Kurulu kararları değiştirildi. Burada yeni bir kültür merkezi yapıldı. Dış cephesi rahmetli Hayati Tapanlıoğlu’nun projesiydi ve oğlu tarafından yıkılıp yeniden yapıldı, dış cephesi korunarak. Burada yapmadıkları tek şey, Gezi direnişinin de sahnelendiği Taksim’deki Gezi Parkı. Onunla ilgili de mevcutta Koruma Kurulu kararı var. Açtığımız davalara rağmen henüz iptal ettiremediğimiz Topçu Kışlası’nın yeniden orada yapılmasıyla ilgili bir karar var. Beyoğlu Kültür Yolu Projesi diye tarif ettikleri bu yol projesinin, doğrudan doğruya bir kent suçu güzergahı olduğunu görüyoruz. Burada hemen hemen yaptıkları her türlü müdahaleye dava açtık. Az önce bahsettiğim konular çerçevesinde. Dolayısıyla bunu bir kültür yolu değil, iktidarın kültürden ne anladığının açıkça görüldüğü bir alan olarak da ifade etmek gerekiyor. Özellikle, tescilli kültür varlıklarına yapılan bu büyük çaplı müdahaleler evrensel koruma ilkeleri ve kriterleriyle de asla örtüşemeyecek durumda. Öte yandan Taksim Meydanı bir meydan olmaktan çıkartıldı. Bence en temel durum da budur. Kendileri de artık Taksim Meydanı’nı zikretmiyorlar. Yani Taksim Meydanı, yaptıkları yeni cami ve yeni kültür merkezi arasında bir geçiş koridoru haline getirildi ne yazık ki. Ve uzun süredir de Taksim Meydanı’nı meydan olarak kamuya açmadıkları için, gösterilere kapattıkları için de Taksim deyince aklımıza gelen ’69, ’77, Gezi direnişi geliyor. Böyle bir demokrasi meydanı ilk kurulduğunda, Cumhuriyet anıtıyla, aslında toplumun hafızasında Taksim ve Beyoğlu’nun var olan kültürünü silip yeni bir ‘kültür’, bize göre ticari bir alan getirmeye çalıştıkları görülüyor.
"TARİHİ YENİDEN YAZMAYA YA DA ONUNLA HESAPLAŞMAYA ÇALIŞIYORLAR"
Erdoğan bunu zaman zaman dile getiriyor, “Bunlar şehre vurduğumuz mühürlerdir" diyor. Öyle değil mi?
İktidarın siyasal İslamcı yaklaşımını kent mekanları üzerinden ifade etme biçimi yeni bir durum değil. Çamlıca Tepesi’ndeki cami de böyle bir şeyin göstergesi. Aslında şu anda baktığımızda Galataport’tan AKM ile sonuçlanan ama en nihayetinde bahsettikleri kültür sokağı da var. Büyük ihtimalle Maçka Parkı’ndan devam edip aşağıya inecek olan bir şey. Kültür varlıklarını korumaktan yana olmayan bütün bunları aslında o ticarileşmenin, özelleştirmenin bir parçası haline getirirken bir taraftan da 29 Ekim’de AKM’yi, 27 Mayıs’ta Taksim Camii’yi, 12 Mart’ta Mehmet Akif Ersoy Müzesi’ni açıp tarihsel referanslar üzerinden tarihi yeniden yazmaya çalışmak ya da onunla hesaplaşmak gibi bir durum olduğunu görüyoruz. Çok açık yapıyorlar bunu. Dolayısıyla, en temel sorunlardan biri, kentte yaşayan insanların hafızasını mekan üzerinden silip yeniden oluşturma çalışması ki bu ideolojik olarak da siyaseten de çok başvurdukları bir yöntem. Yalan yanlış bilgilerle, tarihi yeniden yazmaktan bahsediyorum. Bir çeşit hesap görme durumundan söz ediyorum. Dolayısıyla, siyasal İslamcı bir yaklaşımın kent mekanı üzerinden, kültür yolu diye dayattığı bize göre suç yolu, kent suçlarıyla döşenmiş bir güzergah. Her yapılan işlemle ilgili suç duyurusunda bulunmuş, dava açmış, ya rapor ya basın açıklaması yapmışız. Üretimle bütün ilişkisini koparmış, üretim yapan bütün mekanizmaları, fabrikaları ortadan kaldırmış, satmış bir iktidar ekonomik döngüyü sadece inşaat sektörü üzerinden sürdürürken bir taraftan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ eliyle kamu arazilerini satarak oralarda gelir paylaşımı ihaleleriyle kamusal alanları tüketirken diğer taraftan da kültür varlıkları üzerinden aslında buraları ticaretin merkezi haline getirmeye çalışıyor. Kültür varlıklarını da bu ticarileşmenin metası haline getirdiklerini söyleyebiliriz.
*Galataport’un açılışında da, proje tanıtımında da yeni binalar, kültür alanları öne çıkarılıyor. Yeni binalar, temiz bir çevre… Şehre güzel bir yüz kazandırılmış gibi tanıtılıyor. İktidarın eskiyle derdi nedir sizce?
AKM’nin açılışında da şöyle bir şey söylenmişti; ‘Mevcut yapı çok eskiydi biz yepyeni bir yapı yaptık’. Aslında koruma kültürüyle, kültür varlığıyla ve bence kültür denilen kavramla iktidarın bir sorunu olduğunu düşünüyorum. Bir taraftan kendisine tarihsel referans olarak Osmanlı dönemini verirken öbür taraftan da Osmanlı dönemine ait Kılıç Ali Paşa Cami, Nusretiye Camii, Tophane’deki çeşme, oradaki Boğaz silüeti dokusu birdenbire yapılan gökdelenlerle bozuldu. Bunların çok büyük bir kısmı AKP iktidarında yapılan mevzi imar planları, plan değişiklikleri kişiye özel plan değişiklikleriyle oluştu. Dolayısıyla iktidarın kültür denilen kavramı özümsemediği, bunu işine geldiği zaman kullandığı bir araç haline getirdiği bir durumdan bahsediyoruz. Kendi ideolojisi doğrultusunda kent mekanına yeniden yeniden şekil verme gibi bir iddiaları var. Boğaz silüetini, Boğaz’daki yapılaşmaları engelleyen, ya da belli kurallar çerçevesine oturtan Boğaz Kanunu var. Bütün bunları da ihlal ederek bütün bunların da üzerine çıkarak ‘Bu kentte iktidar benim ve benim dediğim olur’ yaklaşımının kent mekanına da yansımasıdır. Her ikisinde de yaptığı işi doğru yapamadığı, yapmadığı için doğrudan doğruya baskıcı bir yöntemle ‘Ben yaptım oldu’ durumunun hem kent mekanına yansıması hem de ne yazık ki dile yansıması bir taraftan da az önce bahsettiğiniz gibi orada yeni bir silüet yapmak, yeni bir silüeti oluşturuyor olmak daha önceki geçmiş dönemlerden gelen katmanlar üzerinden gelen, özellikle İstanbul gibi tarihi bir doku içerisinde geçmişi eski ve kötü olarak gösterme çabası sonuç itibarıyla doğrudan doğruya kültür yozlaşması ve kültürsüzlüğün yansımasıdır.
Bahsettiğiniz gibi Boğaz Kanunu, Boğazın silüetinin korunması kanunu var. Bütün bunları nasıl aştılar? Nasıl bir yöntem izlediler.
Galataport’la ilgili açtığımız sayısız dava var. Bu davaların bir kısmının dayanakları da Boğaziçi Yasası. Özel bir yasayla korunmuş olmasına rağmen biliyorsunuz Kültür Bakanlığı, Özelleştirme İdaresiyle yaptı buradaki projeyi. Tek başına bütün devletin organlarına hükmeden iktidarın sonucu ne yazık ki. Ne açtığımız davalar, ne yaptığımız basın açıklamaları, ne suç duyuruları yanıt buluyor. İktidarın her şeyi yapmaya muktedir olduğunu düşünmesi, bunu kendisinde hak olarak görmesi, devlet organlarını da buna göre şekillendirmesi, işine geldiği her noktada kuralları çiğnemesi, farklı seslerin olduğu ortamlarda görevlerden almalar ve yeni atamaların yapılması gibi bir süreçten bahsediyoruz. Önüne bir engel çıktığında da bu engeli aşmak için, bize de, meslek odalarına da ‘takoz’ diyor ya, ‘Her şeye dava açıyorlar’ diye, baş edemiyorsa yapıları değiştirmek için müdahale eden baskıcı otoriter bir rejimden bahsediyoruz. Demokratik bir ortam olmadığı için, bütün bunlarla ilgili mücadeleler de, açtığımız davalar da şimdilik diyorum, elbette değişecektir diyorum, karşılık bulmuyor.
Galataport’un yapımı sırasında Yolcu Salonu ve postanenin ‘yanlışlıkla’ yıkıldığı iddia edildi. Bunun cezai bir yaptırımı yok mu? Kültür varlıklarına bir çivi bile çakılamazken, koca koca tarihi binalar nasıl bu kadar kolay yıkılabiliyor?
Bütün bu yasalar vatandaşa işliyor. Vatandaşın kendi özel konutunda, eğer tescilliyse ufacık bir şey yaptığında koruma yasaları, ilkeleri koruma kurulları ciddi anlamda müdahale eder. Ama bu kuralları koyan iktidar çiğnediği zaman, şimdiye kadar bizim meslek odası olarak yaptığımız çalışmalara da baktığınızda, Anayasa Mahkemesinin kararı için bile ‘Ben beğenmedim, yanlış karar verdi’ diyen bir yapıdan bahsediyoruz. Cumhurbaşkanı kararlarıyla Meclisin baypas edildiği, tek elden her türlü kararın verildiği ve uygulandığı bir şeyden bahsediyoruz. Bahsettiğiniz Yolcu Salonu, sadece dış cephesiyle değil, içerisindeki bütün özellikleriyle, mobilyalarından iç dekorasyonuna kadar çok önemli bir mimarlık mirası aslında. Bununla ilgili yaptığımız suç duyurularına yanıt gelmedi. Kaldı ki, görevini ihmal eden devlet memurları hakkında zaten suç duyurusunda bulunduğunuzda bunlarla ilgili karar verecek olan da kendileri. İçişleri Bakanlığı “Soruşturmaya gerek yoktur” diye karar verdiğinde yapacağımız bir şey kalmıyor. Hukuk sistemi kendilerine işlemiyor, vatandaşa işlediği gibi.
"TURİSTİN TALEPLERİ DOĞRULTUSUNDA KENT MEKANLARI YENİDEN ŞEKİLLENECEK"
Galataport’un eski halini biliyorsunuzdur. Yeni halini de gezmişsinizdir sanırım…
Sonuç itibarıyla herkese açık bir kıyıdan bahsediyoruz. İnsanların çok rahatlıkla gezebildiği yerlerden bahsediyoruz. Ancak kıyıyla hiçbir alakamız kalmadı. Mimarlar Odası İstanbul Şubesi hemen Galataport’la karşı karşıya. Yıkılan Yolcu Salonu’nun tam karşısındaki binadayız ve bütün süreci oradan görüyoruz. Şantiye alanına bizi sokmadıkları için, mahkeme keşfinde bile çok sıkıntı yaşandı orada. Şu an bir ticaret merkezi orası. Ve böyle bir alanın içinde, “Şöyle bir dolaşıyorum” demek mümkün değil. O özel alanın içine girmiş oluyorsunuz. Bunu, Kıyı Kanunu’nda ve Kıyı Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nde yaptıkları bir değişiklikte yaptılar. Yoksa Galataport denilen projeyi asla yapamazlardı. Bu da kruvaziyer gemilerin yanaşabileceği şekilde bir liman projesi üzerinden çıktı. Sözüm ona bütün yapılar da o limanın ihtiyacı olan yapılar olarak şekillendirildi. Deniz tarafından baktığımızda Galataport’taki yeni yapılarla tarihi silüetin kapatıldığını görüyoruz. Bir paravan çekildi. Silüeti yeniden oluşturdular. Görüyoruz ki orası ticaret aksı haline gelmiş durumda. 1.2 km kıyı şeridinin özelleştirilmesinden bahsediyoruz. Bu tek değil, Haydarpaşa’da da bir liman projesi yapılmaya çalışılmıştı, Haliç keza aynı şekilde. Galataport’la kıyı şeridinin nasıl kapatıldığını, yolcular gelip gitmeye başladığında daha çok fark edecektir. Turistin talepleri doğrultusunda kent mekanlarının yeniden şekilleneceğini göreceğiz. Bugün Galataport’u yaptı, bitti değil, bu devamlılık arz eden bir proje. Nasıl Galataport yapıldıktan sonra kültür yolu projesiyle o kıyıyla yıkım devam etti, bundan sonra da bu suçlara yenilerini eklemek için devam edeceklerdir çalışmalarına biz de engellemek için mücadele etmeye devam edeceğiz.
GALATAPORT’TA OLAN HAYDARPAŞA’DA NEDEN OLMADI?
Galataport’a karşı halktan büyük bir tepki gelmedi. Ama Haydarpaşa’da geri adım attırıldı. Böylesi kültür talanında da halkın mücadelesi gerekiyor sanırım…
Halkın mücadelesi son derece önemli. Haydarpaşa’yı herkes kullanıyordu ve birdenbire o kapanınca insanlara dokundu. Galataport böyle bir şey değildi. Şimdiye kadar deneyimlerimizde şöyle bir sonuç çıkıyor. Gerçekten kamuoyu kendi yaşam alanına, hayat akışına doğrudan doğruya etki eden projelere daha fazla karşı çıkabiliyor. Haydarpaşa Dayanışmasının istikrarlı bir biçimde her pazar unutturmadan orada tuttuğu nöbetin, basın açıklamalarının son derece önemi var. Ama Galataport’ta doğrudan doğruya bir vatandaş girişimi, doğrudan doğruya etkilenen vatandaştan söz edemiyoruz. Olay bittikten sonra, o alanı bir daha kullanamaz olduktan sonra tepki göstermeye başlıyor, o da geç kalınmış bir tepki oluyor ne yazık ki…
“Port” liman demek. Milli ve yerli iktidar, neden Galata limanı ya da Haliç limanı, Haydarpaşa limanı değil de Galataport, Haliçport, Haydarpaşaport demeyi tercih ediyor?
Bu iktidar milli ve yerli değil. Benim kanaatim bu. Bunu söyleminde kullanıyor. Liberal kent mekanlarını uluslararası sermaye gruplarına pazarlama konusunda son derece usta. Bu port projeleri Fransa’daki Kan Gayrimenkul Fuarı’nda pazarlamaya çıkmıştı. Uluslararası sermayeye “Gelin bizim buralarda istediğinizi yapın” denildi. Burada milliyetçi bir yapıdan söz etmemiz mümkün değil.
Nazife YAŞAR
İstanbul