Dr. Çağlar Ezikoğlu, ABC için yazdı...
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yönelik başlatmış olduğu Barış Pınarı Operasyonu Türk kamuoyunun hem en çok konuşulan konusu oldu hem de bu operasyona verilen tepkiler doğrultusunda kutuplaştırıcı bir tartışma ortamının doğmasına yol açtı. Bir tarafta operasyonun doğru olduğunu söyleyenler doğrudan AKP iktidarının yandaşı veya ‘Reis’in arkasına ip gibi dizilenler olarak ifade edildi. Diğer tarafta ise operasyona dair çekincelerini belirten veya doğrudan operasyonu eleştiren herkes ‘vatan haini’ damgasıyla yaftalandı.
Açıkçası hem iktidar hem de muhalefet nezdinde bu görüşlerden farklı dişe dokunur daha realist bir pencereden yaşanan gelişmeleri analiz edebilen pek fazla yorum göremedim. Öncelikle kendi çerçevemi çizerek başlayayım. PYD ve onun askeri yapılanması olan YPG, PKK terör örgütü ile doğrudan organik bağı olan, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bazı saldırıları organize edip bu saldırılarda sivillerde dahil pek çok vatandaşımızın katledilmesine yol açan ama aynı zamanda Suriye Devleti’ne ve Esad yönetimine de benzer şekilde saldırıp Suriye Ordusu’nu ve Suriye’de yaşayan sivilleri de katleden bir terör örgütüdür.
Yani YPG’yi sadece Türkiye Cumhuriyeti’ne kasteden bir örgüt olarak görüp milliyetçilik pompalayan Ümmetçi Ak-Troller’den bu noktada kendimizi bir ayıralım. İkincisi, böylesi bir örgütle mücadele edip Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlama noktasında Suriye’nin meşru yönetimi olan Esad ve onun iktidarına yardım etmek ve böylelikle kendi sınırlarımızı da koruma altına almak bu noktada en mantıklı politika araçlarından birisidir.
Lakin bu operasyonu icra edecek siyasi iktidara operasyonun ilk gününden bu yana güvenmedim ve operasyonun Trump’un mektubu ve tehditleri ile durdurulması da bu güvensizliğimi doğrulamış oldu. Dolayısıyla sırf YPG’nin hem Türkiye hem de Esad yönetimi için bir tehdit olduğunu belirtmek ve bu operasyonun niteliğinden çok operasyonu icra edene duyduğum güvensizliği belirterek ‘Reis’in arkasına ip gibi dizilenlerden de kendimizi ayıralım.
Bu girizgahı geçtikten sonra ise meselenin özüne gelelim. Bu platformda beni takip eden okuyucularım gayet iyi hatırlayacaktır, bundan birkaç sene önce İmralı ve oradaki PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan ile yapılan pazarlıkların kitaplaştırıldığı İmralı Notları’nı ulusal basında kaleme alan birkaç isimden biriydim. Kitap çıktıktan sonra o rezil pazarlık sürecini tek tek yazmıştım burada. Suriye meselesinin bugün geldiği noktayı anlamak için de aslında o kitaba geri dönmek lazım. Belki o zaman neden bu operasyonu icra edenlere güven duymadığımı da okuyucular daha rahat anlayacaktır.
Tarih 17 Ağustos 2013, yer İmralı. Bir tarafta Öcalan, bir tarafta HDP heyeti diğer tarafta ise dönemin Başbakanı Erdoğan’ın göndermiş olduğu heyet. Bu tarihler henüz dış siyasette ABD ile ilişkilerin sorunlu olmadığı, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi için ABD ile AKP iktidarının tam ortaklıkla yürüdüğü bu doğrultuda muhalif kisveli cihatçı çetelerinin ABD ve siyasi iktidar tarafından desteklendiği bir dönem. Tabi iç politikada yine ABD destekli bir çözüm projesinin sürüyor olması mesele Esad yönetimini devirmek olunca benzer sürecin Suriye’de PYD üzerinden de yapılmak istendiğini gösteriyor bizlere. Ve Öcalan o gün şu sözlerle Suriye’yi nasıl böleceğini anlatıyor;
“Suriye’ye geçecektim. Dun heyetle tartıştım. Herhalde hayata geçer, MGK’da da tartışacaklar. Muslim geldi, bunu stratejik önemde görüyorlar, ben de önemli görüyorum. Bundan sonra şöyle olacak: Bakın, İsa Huso’yu öldürdüler, Resulayn’a operasyon var, Suudi Mısır’ı ve Nusra’yı destekliyor, Türkiye ile karşı karşıya gelmeleri olasıdır. Türkiye’nin Nusra’yı desteklemesi facia olur, herhalde desteklemiyor. El Kaide saldırıları bitirilmeli, bitmezse facia olur. Orada Konseyin denetimi olur, geçici yönetim olur, kanton gibi. Sonra da seçimler yapılır. Kobani, Afrin, Cezire gibi bölgeler olur KCK’nin buraya müdahilliğiyle ilgili şöyle bir şey duşunduk: Burada doğrudan bizden bir arkadaşın üslenmesi olabilir. Benim aklıma Sabri geldi, Ya da Avrupa’dan Remzi, Zubeyir olabilir.
Bunlardan hangisi Suriye Kürtlerinin koordinesi için gelebilir? Qamişlo, Afrin’de askeri değil siyasi üslenmeleri olur. Ama çok sıkı bir güvenlikleri olmalı, yoksa öldürebilirler. İntizamlı bir kale gibi, şahsi değil kurul olarak çalışırlar. Türkiye, Suriye, OSO, PYD, KDP, YPG ile görüşmeler yapacak. Biz de Suriye için ortak proje acısından heyetle çalışıyoruz. Kapı da insani yardım için acık olacak. Olmazsa teslim olmak yok, sayı elli bine çıkar, her koyun savunmasını yapar, savaşırlar. El Kaide falan vahşidir, çoluk çocuk, kadın dinlemez. Üçüncü yolun temsilcisi olarak Suriye Demokratik Birliğini oluştururlar, ÖSO’yla da görüşürler, Cenevre Konferansına da giderler.
Biz de heyetle görüşürüz. Demokratik Suriye çözümüne böyle gidilir. Rusya ve İran ile de görüşülür. Ama temel stratejik ittifak Türkiye iledir. Bunu Türkiye’ye öneriyoruz. Sayın Yetkili de bilsin, artık onlar karar verirler. Barzani’ninkinden daha ilkeli bir ilişki olabilir. Zaten 900 kilometrelik sınır var; ekonomik, sosyal ilişkiler çok iyi gelişir. 900 kilometrelik sınır dostluk sınırı olur. Salih Müslim’e selam söyleyin, o da toyluk yapmasın. Bayrağı indirdik, özerklik niyetimiz yok falan demesine ne gerek var? Ya bayrağı asmayacaksın ya da böyle yapmayacaksın! Özerkliği niye istemesin? İsteyecek tabii. Pratik deneyimlerinizi biraz Salih Muslim’le paylaşın. Türkiye’ye gelip gidebilir. Kapılarda açılır. Eski Suriye’yi kimse kuramaz artık, biz de böyle bir Suriye’de yaşamayız.” (İmralı Notları, sf.130-131)
Görüldüğü gibi Öcalan’ın o dönem hayalinde olan ve siyasi iktidarın da üstü kapalı bir biçimde desteklediği proje Suriye’nin bölünüp parçalanarak Irak’takine benzer bir federe yapının oluşturulması. Bu noktada o dönemde ÖSO veya ılımlı Cihatçıların Kürtlerle değil sadece Esad yönetimi ile çatışma halinde olduğunu da unutmayalım. Bu sebeple Öcalan’ın ÖSO ile ittifak girişimi o dönem için oldukça anlaşılır.
Ama işler bir noktada ters gitmeye başlıyor. Aslında bu ters gidişin başlangıcı 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi. Seçimleri kazanan Erdoğan için karşısına iki önemli sonuç çıkıyor. Bir tarafta milliyetçi seçmenin bir kısmının kendisine oy vermesi ile %50’nin üzerinde oy alabileceğini görmesi, diğer tarafta ise HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş’ın %10 seçim barajına oldukça yakın bir oy alması. Bu durum karşısında Erdoğan’ın bir sonraki genel seçimler için kafasında soru işaretleri oluşmaya başladığını söyleyelim. Ama bir başka önemli husus daha var. O da Erdoğan’ın istifasından sonra AKP’nin başına geçen Müstafi Başbakan Ahmet Davutoğlu.
Davutoğlu partinin başına geçer geçmez, Suriye’deki artan IŞİD nüfuzunun YPG’nin kazanımlarını tehdit etmeye başlaması gibi bir tablo söz konusuydu. Bu tablo, özellikle YPG’nin ve Öcalan’ın Türkiye’den talep ettiği yardım koridorunun hemen açılmaması ve akabinde 6-7 Ekim olayları Davutoğlu’nun kucağına düşen krizlerdi. Bu krizlerde Erdoğan’ın aktif bir rol oynamaktan kaçınmasını elbette Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önüne düşen soru işaretlerinden anlamak mümkün ama Davutoğlu tam tersine çözüm sürecine tek yürütücü olmak için sarfettiği çabayı daha da arttıracaktı 6-7 Ekim olaylarından sonra.
O gün Başbakan olan Davutoğlu doğrudan devlet heyetini İmralı’da Öcalan’ın ayağına götürmüş ve olayları durdurmasını istemiştir. Öcalan görüşmelerde bunu şu şekilde anlatır; “…Bana geldiler o gün. 6-7 Ekim olaylarını durdurmak için mektup yazdım. Yalcın Akdoğan bu olayların gelişmesini benim açıklamalarıma dayandırmak istedi. Bizimki bir emrivakiiydi. Ama tereddüt etmedim ve yazdım. Bu olaylar bir tuzaktı.” (İmralı Notları, sf.418)
İşte bundan sonraki süreçte siyasi iktidarın bir pozisyon belirlemesi gerekliydi. Bir tarafta ya süreç tamamen rafa kaldırılacak ya da Suriye’nin kuzeyinde PYD/YPG’nin toprak kazanımlarını başlatacak olan o yardım koridoru açılıp silah ve lojistik yardımlarla YPG’nin önü daha açılacaktı. Erdoğan’ın bu noktada kendi siyasi geleceğine dair soru işaretlerini 2014 Ağustos seçimlerinde görmüş olsa da, o dönem ABD ile ortaklığın süre gitmesi bu koridoru açmasına yeterli olacaktı. Ama bu konuda daha istekli olan kişi ise; Esad yönetimini devirip Suriye’yi parçalayıp kuzeyde Kürt özerk bölgesi hedefleyen Obama yönetimi ve Hillary Clinton’un en yakın dostlarından Müstafi Başbakan Ahmet Davutoğlu olacaktı. Aslında o günden sonra çözüm süreci denen bu pazarlığın direksiyonun başına Davutoğlu geçecekti. Dönemin Kamu Güvenliği Müsteşarı’nın Öcalan’a söylediği şu sözleri tekrar okuyun:
“Salih Muslim ile görüşüldü. İstedikleri önemli hususlar oldu. Cezire ile Afrin arasında bir koridor açılmasına katkıda bulunmamız ve kolaylaştırmamız istendi ve lojistik ihtiyaçların giderilmesine dair talepler görüşüldü. En önemlisi, irtibat noktası tesisi, yani temsilcilik. Kobane ile Cezire arası koridor, Şenyurt-Dirbesiye kapısının açılması, STK’lara kolaylık göstermek, yüz jeneratör ve şartları değiştirecek geniş boyutlu ihtiyaçlar konuşuldu.” (İmralı Notları, sf.418)
Yani televizyonlarda uzman sıfatıyla çıkıp, ‘ABD, YPG’ye şu kadar ton silah verdi, bu kadar ton araç verdi’ demek işin kolayı. Doğru mu doğru, ama bu kapıyı açan sadece ABD değildi, çözüm süreci altında yürütülen pazarlığı idare eden dönemin siyasi iktidarıydı. Aynı iktidarın yarattığı canavarı bitireceğine inanan varsa elbette operasyonu icra edenlere güvenebilir ama benim güvenmemem için çok sebep var.
Sebeplere devam edelim o zaman; 2015 Nevruz’unda Öcalan’ın mesajındaki Eşme Ruhu’na gelelim. IŞİD militanlarının Suriye’de bulunan ve Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’ni kuşatma altına alması sürecinde, yine siyasi iktidar doğrudan YPG ile ittifaka giderek Süleyman Şah Türbesi’nin YPG’nin idaresindeki topraklara nakledilmesini büyük bir zafer olarak anlatmıştı. Ve o gün yine Erdoğan’dan ziyade Davutoğlu ön plandaydı, bu operasyonu bizzat yürüttüğünü göstermek adına dönemin Genelkurmay Başkanı ve askerlerle operasyon merkezinden pozlar vermekteydi.
Bu operasyonun hemen arkasından da 28 Şubat 2015’da Dolmabahçe’deki AKP-HDP ortak açıklaması gelecekti. Ve aslında Erdoğan’ın bu pazarlık sürecinden vazgeçmeye başlayacağı o günler de Dolmabahçe’den sonra başlayacaktı. Ne demiştik, bir tarafta milliyetçi oyların kendisine kanalize edebileceğini görmüş, diğer tarafta HDP’nin %10 barajını geçebileceğini, öte yandan ise süreci kendisinden ziyade Davutoğlu’nun yönetme isteğini ve aslında AKP’yi de kontrolünden kaybetme ihtimalini de görmüştü. Bütün bu etmenleri bir araya getirdiğimizde aslında o masanın Erdoğan tarafından devrileceğini öngörmek de çok zor olmasa gerek.
Ondan sonraki süreçleri az çok biliyorsunuz, ben sadece Türkiye Cumhuriyeti’ne ve aynı zamanda Suriye Devleti’ne yönelen bu tehdit unsurunu kimin ortaya çıkardığını, yarattığını ve büyüttüğünü tarihsel gerçeklere göre tekrar göstermek istedim. Bugüne gelindiğinde ise aslında tablo yine çok açık. Her ne kadar ABD ile arası açılsa da, Halkbank davası ve kişisel malvarlığına dair meseleler konuşulduğu anda ABD iktidarına teslim olan ve Trump’un Türkiye Cumhuriyeti’ne ettiği hakaretleri ve tehditleri yutan bir siyasi liderlikten bahsediyoruz. Davutoğlu’cu ve ümmetçi klikleri parti içerisinden tamamen temizleyemediği için Rusya’yla veya Esad yönetimi ile tam bir ittifaka giremeyen bir iktidara bu operasyonda ne kadar güvenilebilir? Bugün büyük bir zafer olarak adlandırılan ateşkeste güvenli bölge olarak 444 km uzunluk ve 32 km derinlik ateşkesin hangi maddesinde yer alıyor? Diyelim böyle bir güvenli bölge kurulmuş olsun, 100 bine yakın mevcudu olan ve PKK ile organik bağı tüm dünya tarafından bilinen YPG 32 km’nin arkasında birden buharlaşarak yok mu olacak?
Bu işin çözümü aslında oldukça basit. Johnson’un Kıbrıs’a Türkiye müdahalesi konusunda yazdığı mektuba İnönü’nün cevabı herkesçe malum: ‘Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye o dünyanın içinde yerini alır’. Aslında bugün o yeni dünya çoktan kuruldu. Artık ABD’nin süper güç olarak oluşturduğu bir hegemonya artık yok. Rusya var, Çin var veya Avrupa’da ABD’nin çizgisinden ayrışmaya çalışan başka devletler var. İşte Türkiye’nin Suriye konusundaki tek çözüm noktası Suriye’de işgalci olan ABD ile muhatap olmamaktır. Bugün YPG’nin varlığından rahatsız olan Esad yönetimi ile girişilecek bir ittifak ve her daim lafta söylenen Suriye’yle önceden yapılmış Ankara Antlaşmasının fiiliyata dökülmesi ile YPG sorunu çok rahatlıkla çözülecektir. Umarım bugün siyasi iktidar ve onu yönetenler bir an evvel yaptıkları yanlışlardan döner ve daha çok askerimiz veya sivilimiz canlarını yitirmez...