Gel(e)meyen gazeteciler, konuşmadaki o cümleler, salondaki sürprizler…
En çok hatta neredeyse tamamen ‘muhalif gazeteciler’in davet edilmesi meselesi üzerinden konuşulduğu için cuma günkü Türkiye’nin Yüzyılı toplantısı ile ilgili notlarıma oradan başlayayım…
Davet edilmesi gündem olan ‘muhalif gazeteciler’den ben yalnızca Fatih Portakal, Ruşen Çakır ve Gürkan Hacır’ı gördüm. Belki gelen birkaç kişi daha vardı, bilmiyorum ama sonuçta davete icabet edenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.
Siyasetçilerin akreditasyon ayıbını yazmaya bile gerek yok. Elbette AK Parti’nin bir açılım olarak ‘muhalif’ kategorisinde gördüğü bazı gazetecileri davet etmiş olması, öncesinde etmediğinin ve hala da aslında kısmen etmemeye devam ettiğinin bir itirafı. Daha da acı olan iktidarın çizdiği bu sınırları ve kuralları muhalefetin de gayet doğal bir şekilde içselleştirmiş olması. Bakınız Kemal Kılıçdaroğlu’nun ABD seyahatine…
Fakat niyet okumayı bir kenara bırakalım, AK Parti’nin ismi geçen gazetecileri davet etmiş olması yeterli olmasa da akıllıca, şaşırtıcı ve iyi bir hamle.
Ancak bu davete verilen tepkiler yıllardır şikayet edilen akreditasyon uygulamasının gazetecilerde bir kimlik haline dönüştüğünü gösteriyor. Yani bu ‘ayrımcılık’ gazetecileri gazeteci kimliğinden çıkarıp siyasetçi kimliğine sokmuş adeta.
Öyle ki Fatih Portakal "Ben oraya gazeteci kimliğimle gideceğim" diye bir açıklama yaptı. Portakal’ı Cuma günü Ankara’da toplantının yapıldığı salonda görünce önce ayaküstü sohbet ettik -bu arada bence hafiflemiş görünüyordu, ekrandan uzak kalmak iyi gelmiş sanki-. Ona sordum: “Gazeteci kimliğimle gideceğim ne demek? Başka hangi kimliğinle gelebilirdin? Astronot kimliğinle mi? Tabii ki gazeteci kimliğimizle gideceğiz, bu nasıl açıklama?”
GAZETECİLİĞİN ABC'SİNİ HATIRLAMAK
Ben anlamakta zorlanıyorum, biz gazetecilerin temel görevi ‘orada olmak’tır. Hatta mümkün olan her yerde olmaktır. Gazetecilik budur. Ben Ekrem İmamoğlu ile Karadeniz’e de büyük bir merakla gittim, Cuma günkü AK Parti toplantısına da. DEVA Partisi’nin ilk kongresinde de vardım, Gelecek Partisi’nin yıldönümünde de… Şayet ayarlayabilseydim Saadet’in bugünkü kongresine de gidecektim. HDP böyle bir toplantı yapsa ve beni davet etse büyük bir merakla oraya da giderim. Siyasetçiler kendi koydukları ambargolarla bunu bir konu haline getirmiş olabilirler ama biz gazeteciler kendimizi özne haline getirmeye başladıysak artık başka bir şey olduk demektir…
O nedenle son birkaç gündür yapılan tartışmaları büyük bir üzüntü ile izliyorum.
Kimse kusura bakmasın, bugünkü düzenden şikayet ediyor görünenlerin çoğu ‘yolunda’. Mevcudu statüko yapmışlar, keyifleri yerinde. İktidar değişse de bu düzen değişmesin istiyorlar.
Özellikle İsmail Saymaz, Deniz Zeyrek ve Nevşin Mengü beni şaşırttı. Kendi başlarına hareket edebilirler, mahalle gazına gelmezler sandığım isimlerdi. Demek ki öyle değilmiş. Ya da ‘mahalle’nin tazyiki görünenden de fazla.
SALON VE GENEL HAVA
Cuma günü saat 14.40’ta ‘Türkiye’nin Yüzyılı’ toplantısı için Habertürk ekibi olarak ben, Kemal Öztürk, Mehmet Yeşilkaya, Nasuhi Güngör, Mehmet Akif Ersoy, Sibel Erdem ve Fevzi Çakır Ankara Spor Salonundan içeri büyük bir izdihamla girdik. Elimizde protokol kartları vardı ancak protokol kapısı bile hınca hınç doluydu, hatta itiraf edeyim bir ara ezilmekten korktuk. (Kübra Par ve Aykut Türel önden gitmişti.)
Ancak güvenlik kontrolünden geçer geçmez hayat kolaylaştı, yanımıza AK Parti Gençlik Kollarında görevli gençleri verdiler ve salonda bize ayrılan tam ortadaki geniş alana kadar geldik.
Kongrelerde bakanlar ve partinin ileri gelenlerinin oturduğu ön orta alana biz gazeteciler, azınlık vakıfları temsilcileri, Alevi dernekleri ve çeşitli gruplardan davetlilerin oturması bizim çok hoşumuza gitti ama hemen solumuzdaki tribünlerde yerlerini almış bakanlar, eski bakanlar, milletvekilleri bu düzenden memnun muydu, pek emin değilim…
Tribünün ön orta sıralarında Hulusi Akar, Mustafa Elitaş, Süleyman Soylu, Ali İhsan Yavuz, İsmet Yılmaz, Abdulhamit Gül, Hayati Yazıcı oturuyordu, hemen arkalarında Mahmut Özer ve Mahir Ünal’ı gördüm. Hepsiyle ayaküstü selamlaşıp konuştuk. Sahneye yakın tarafta ön sıralarda Ömer Çelik ve Mücahit Arslan vardı, onların bize mesafesi daha fazlaydı.
Mahir Ünal’ın orada olması önemliydi, son günlerde AK Parti ile yolları ayrılacak mı, tartışma yaratan sözlerinden sonra görevinde kalacak mı tartışmalarına bir cevaptı bence.
Hulusi Paşa’nın keyfi yerindeydi, Mustafa Elitaş’ı, İsmet Yılmaz’ı ve Mahmut Özer’i neşeli gördüm. Mustafa Varank ile bir yayından yerine dönerken karşılaştım, çok enerjikti. Süleyman Soylu yorgun gibiydi. Abdulhamit Gül ise dalgın ve düşünceli görünüyordu, biraz da kilo almış.
AK Parti belli ki bu toplantıya ciddi emek harcamış, Ertan Aydın’ın gelişi fark yaratmış, Hamza Dağ ve Emre Cemil Ayvalı gibi genç isimlerin çabaları başarılı olmuş.
Fakat gözüme çarpan stratejik bir hatayı buraya not düşeyim…
Salonda ismi kardeşi SPK Başkanı Ali Fuat Taşkesenlioğlu ile birlikte spekülatif işlemlerle ve son olarak Afrika’da bir madenle anılan Zehra Taşkesenlioğlu da vardı. Yeni bir dilden, Türkiye Yüzyılı'ndan, yanlışa yanlış diyene de kucak açmayı vaat eden bir anlayıştan bahsedilen bu toplantıda Taşkesenlioğlu’nun ne işi var? AK Parti’nin ileri gelenleri ve medyadaki tavizsiz destekçileri dahil konuştuğum herkesin bu konuda hemfikir olduğunu söyleyeyim.
SALON DÜZENİ ÇOK İYİ AMA SES FAZLA YÜKSEKTİ
Bu arada çok yazıldı, çizildi ama salonla ilgili birkaç bir şey de ben yazayım…
Koreografi ve ışık düzeni iyiydi, bu tip toplantılarda karşılaşmadığım ince bir zevk vardı. Fakat bu rafine hava, ses düzeyine yansımamıştı, müzik seçimleri başarılı ama volüm çok yüksekti. Böyle kongrevari toplantılarda hep aynı şey oluyor, müziğin yüksekliğinden yanınızdaki ile bile konuşamıyorsunuz ve bu çok yoruyor. Coşkuyu yüksek tutmak için yapıyorlar ama bence aksine dikkat dağıtıcı ve zorlayıcı oluyor.
Sahne gösterileri ve ortadaki güneş saatinden bahsetmeyeceğim, zaten görmüşsünüzdür.
KONUŞMA BEKLENTİYİ KARŞILAYABİLDİ Mİ?
Genel olarak üzerine uğraşılmış, emek harcanmış başarılı bir organizasyondu. Tanıtımı da iyi yapıldı ancak bu tanıtım beklentiyi de çok yükseltti. Peki bu beklentiyi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması karşılayabildi mi?
Önce şunu söyleyeyim: Kutuplaşmanın bu kadar derin olduğu, siyasi dilin böylesine keskinleştiği bir ortamda bir konuşmanın ‘karşı tarafın’ beklentisini karşılaması beklenemez. Ama toplumu şaşırtan, mevcut ortamı tepetaklak edebilecek bir öneri ya da çıkış gelse ezberler bozulabilir…
Peki geldi mi böyle bir çıkış?
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasındaki “Bizim hayalimiz Türkiye yüzyılıdır… Bizimle bu hayali paylaşacak, yanlışa yanlış dediği gibi doğruya da doğru diyecek herkesle yol yürümeye hazırız…”
“Biz Cumhuriyetimizin 100. yılını aynı zamanda Türkiye’de siyaseti üslubuyla, tarzıyla, işleyişiyle, sonuçlarıyla değiştirecek yeni bir dönemin de miladı haline getirmek istiyoruz.” cümleleri hayata geçirilebilirse ezberler bozulabilir, bir şeyler değişebilir. Olur mu?
Cumhurbaşkanının konuşmasında Kanal İstanbul’la ilgili bölüm sırasında metin dışına çıkarak CHP’ye ‘bunlar’ diyerek yüklendiği bölümlere bakacak olursak henüz dilde bir değişiklik olacak gibi görünmüyor. Kaldı ki işin bir de muhalefet boyutu da var, onun da böyle bir çabaya karşılık vermesi lazım. Verir mi? ‘Muhalif gazeteciler’ tartışmasına ve toplantıdan sonra muhalefet cephesinden yapılan açıklamalara bakıyorum da… Vermez…
Ama yine de Erdoğan’ın konuşmasında “Türkiye Yüzyılı kimlik siyaseti yerine birlik siyasetini, kutuplaştırma siyaseti yerine bütünleştirme siyasetini, inkar siyaseti yerine kucaklama siyasetini, tahakküm siyaseti yerine özgürlük siyasetini, nefret siyaseti yerine sevgi siyasetini ikame etmenin adıdır.” cümlelerinin yer alması kıymetli, hayata geçer mi bilmem ama kayda geçti.