Mehmet Tanlı / ABC
_Merhaba Betül Hanım, biraz kendinizi bize ve okuyucularımıza tanıtır mısınız? _Merhabalar Mehmet Bey. Elbette. Ocak ayının soğuk ve karlı bir kış günü Ankara’da dünyaya gelmişim. Yaşıtlarından erken konuşan, erken okula giden ve dünyada altmış sekiz rüzgarlarının estiği yıllarda ilk kırmızı kurdeleyi takanlardan olmuşum. Gençlik yıllarım, Felsefe, Edebiyat ve Müzikle ilgili bir ailede kendime, topluma ve dünyaya ilişkin sorular sorarak geçti. Hal böyle olunca, insana dair olan ne varsa keşfetmek üzere yola çıktım. Seksenli yıllarda Ankara Hacettepe Üniversitesinde Psikoloji okudum. Doksanlı yıllarda da İzmir 9 Eylül Üniversitesinde öğretmenlik lisansımı alarak meslek hayatıma devam ettim. Öğretmenlik tayinim yapılmayınca Sağlık Bakanlığının açmış olduğu bir sınavı kazanarak şark hizmetimi tamamlamak üzere doğduğum şehri terk ettim ve Adıyaman Devlet Hastanesinde klinik psikolog olarak göreve başladım. O yörede geçen yıllarım hem kişisel hem de mesleki açıdan çok değerlidir. Başkentte doğup büyümüş biri olarak gerçek hayatın kitap ve televizyondan ne kadar farklı olduğunu orada gördüm. Anadili Türkçe olmayan insanlara Türkçe sağlık hizmeti vermenin yetmediğini, zaman ayırmanın, değer vermenin ve her şeye karşın dinlemenin iyileştirici etkisini, önyargıları yıkmak için diplomanın yanına güven, empati ve özverinin de eklenmesi gerektiğini, komşuluk hakkını, tertemiz dostlukları ve yöresel tatları keşfettim. O yıllarda henüz internet, cep telefonu, dizüstü bilgisayarlar yoktu. Sabit telefonlar, kartpostallar, kitaplar, 45’lik plaklar, 60 lık ve 90 lık kasetler, yüz yüze insan ilişkileri, ev ziyaretleri, mektup aşkları hatta hep bir ağızdan okunan şarkı ve türküler vardı. Dönüp bakınca, iyi ki bunları yaşamışım, diyorum. Çünkü artık bir daha yaşanmayacaklar. İç Anadolu’dan Güneydoğuya başlayan yolculuğum bununla kalmadı. Türkiye’den Avrupa’ya uzandı. Arka arkaya hem iç hem de dış göç yaşadım; Yeni bir dil, yeni bir iklim, tatlar ve bakış açıları. Yaklaşık yirmi yıldır Almanya’da yaşamaktayım. Son dokuz yıldır Kuzey Ren Vesfalya Eyaleti Köln şehrindeyim. Almanya’da değişik kurumlarda (Anaokulları, Göçmenlik Kuruluşları, Hastaneler gibi)her yaş grubuyla, aileler, çiftler, farklı kültür ve cinsiyetlerle çalıştım. Gördüm ki, Türkiye dışındaki insanlarımız göçe ilişkin yabancı dil ve kültür, cinsiyet rolleri, çocuk yetiştirme, meslek seçimi, çalışma ve toplumsal hayata katılma, kimlik tercihleri ve ruh sağlığı açısından zorlanmalar yaşıyorlar. Bundan dolayı kendime alan olarak Travma konusunu seçtim. Merkezi Augsburg’ da bulunan SYNTRAUM Psikoterapi Enstitüsünde Travma Terapi Eğitimi (ROMPC) aldım. Köln’de ROMPC-Travma Terapisti, Danışman ve Yaşam Koçu olarak çalışıyorum. Merak edenler için bu Terapi metoduna birazdan açıklık getirelim. _Travma nedir? Kaç çeşit travma vardır? Travmadan kendimizi nasıl korumalıyız? _Travma, bireysel ve kitlesel etkileri nedeniyle Psikiyatri ve Klinik Psikoloji alanlarında geniş yer bulan bir konudur. Önümüzdeki on yıl içerisinde travmanın dünya genelindeki engelli sıralamasında üçüncü sırada yer alması beklenmektedir. Peki Travma nasıl ortaya çıkıyor? Yaşadığımız siyasal çalkantılar, ekonomik darboğazlar, sosyal güvence kaybı, insan hakkı ihlalleri, fırsat eşitsizliği, salgın hastalık, deprem, zorunlu göç gibi olgular, bireyin ve toplumun ruh sağlığını her açıdan olumsuz etkilemektedir. Klasik olarak Ruhsal Travma için, hayati önemde çevresel bir etken, onun yol açtığı ruhsal ve bedensel zarar ve yaşanan aşırı korku, çaresizlik ve dehşet duyguları tanımı verilir. Sigmund Freud, Travma’ yı , insanın ruhsal savunma gücünü aşan ve benlik fonksiyonlarını sürekli bozan dış uyarımlar, olarak tanımlamıştır. Fischer ve Riedesser ise, yaşamsal bir tehlikeyi ortadan kaldıracak başa çıkma mekanizmalarının çalışmaması, yaşanan çaresizlik, kontrolü kaybetme duygusu, benlik ve dünya algısındaki parçalanma demiştir. Yani, “Ruhsal Travma” deyince, ölüm, ölüm tehdidi, ağır yaralanma riski taşıyan, yaşamsal, beklenmedik ve olağandışı olayların bizde yarattığı etkileri anlıyoruz. Normal şartlarda, hayvanlar gibi bizde, bir tehlikeye karşı beyinden gelen, “Savaş ya da Kaç” emrine uyar ve böylece hayatta kalırken bir travma halinde bu sistem çalışmaz olur. Aşırı korku ve panik duyguları altında, donup kalıyoruz. Yaşadığımız çaresizlik nedeniyle sorun çözme yeteneğimizi kullanamıyoruz. Ancak Travma, yalnızca insanın kendi başına gelmesiyle yaşanmaz. Örnek olarak, son İzmir depreminde yıkıma tanık olan çocuklar, bu görüntüleri sansürsüz sosyal medyada izleyenler, travmalı insanlara yardım eden arama ekipleri, çadır ve battaniye dağıtan yardım görevlileri, bölgede görev yapan sınır tanımayan doktorlar, fedakar sağlık personeli ve deprem bölgesinden dehşet haberleri veren muhabirler de travma ile karşı karşıya kalmış oldular. Ayrıca, travmaya yol açan stres her zaman dışarıdan değil, içeriden de gelebilir. Nörobiyolog G. Hüther’e göre, yaşanan stresin şiddeti kontrol edilemediğinde, beyinde bilinci devre dışı bırakan otomatik bir kapanma yaşanır. Adeta, elimiz kolumuz bağlanır, hiçbir şey yapamayız. Böyle bir durumda insanın kendine ve dünyaya bakışı abartılı bir biçimde negatiftir. Tehlikeli ve güvensiz bir dünyada yaşadığı algısına kapılarak, başkalarına karşı öfke ve kuşku duymaya başlar. Kendisini de çaresiz, korunmasız ve yapayalnız hissedebilir. Gerçekçi olmayan birtakım sayıltıları ve korku fantezileri geliştirir. Örneğin, ‘Buradan kaçmam imkansız!’ ya da ‘Yapabileceğim hiçbir şey yok!’ gibi. Böylece kendi hareket alanını daraltarak, kurtulma şansını kendi elleriyle ortadan kaldırır. Hemen her gün sokakta, basında veya sosyal medyada sürekli karşımıza çıkan, cinayet, işkence, bomba eylemi, uçak kazası, ya da organ kayıpları gibi olayların travmatik etkisi tartışılmaz. Ancak, yukarıdaki tanımlar, çağımızın travmalarını anlamak için yeterli değildir, çünkü her çağın kendi değerleri, duyguları ve olguları vardır. Belki de çağımız için yeni bir Ruhsal Travma tanımı düşünmemiz gerekiyor. _Travmaları çeşitli kategorilere ayırmak mümkün; 1.Kollektif Travmalar (Savaşlar, Soykırım, Zorunlu Göçler, Katliamlar, Gözaltı, Yargısız Tutuklama, Sansür, Fiziksel ve Duygusal İşkenceler, Sosyal Güvence Kaybı, Salgın Hastalıklar vbg.) ; 2.İnsan eliyle gerçekleşen, keyfi ve tesadüfi Travmalar (Cinsel istismar ve Tecavüz, Namus ve Nefret Suçları, Çocuk Evlilikleri, Darp etme, Fiziksel / Duygusal şiddet, İlgisizlik ve İhmal, vbg.) 3.Doğa kaynaklı Travmalar (Deprem, Sel, Orman Yangınları vbg. 4.Kazalar ve Sağlık nedenli Travmalar (Kronik Hastalıklar, İş ve Trafik Kazaları, Tıbbi Müdahaleler, Organ kaybı ve Engelli olmak ) 5.Kayıp nedeniyle yaşanan Travmalar (Ayrılık, Boşanma ve Ölüm ) Travmalar şiddetine göre hafif – ağır ya da tekli - çoklu da olabilirler; Hafif travma deyince, günlük hayatta sürekli karşı karşıya kaldığımız ve kendimizi savunamadığımız incinmeler anlaşılır. Bunlar, yaşanan duruma ve kişinin geçmişine bağlı olarak, kontrol edilemeyen bir stres yaratırlar. Örneğin, eşler arasında yaşanan kişilik çatışmaları, güven kaybı ve aldatma davranışı, çocuk yetiştirmede uyuşmayan ana-baba tutumları, okul başarısızlığı ve Mobing bu türden travmalardır. Kişiden kişiye değişik etkiler bırakabilen hafif travmalar, sürekli yaşandıklarında büyük travmalara dönüşebilirler. Ağır travmalar ise, alışılmışın dışında, yaşamı doğrudan doğruya tehdit eden ve herkeste benzer tepkilere neden olan yaşantılar sonucu ortaya çıkar; İnsan Hakkı İhlalleri, Covid-19 Salgını, İzmir Depremi, Almanya’ya İşçi Göçü, 12 Eylül Askeri Darbesi ve Namus Cinayetleri, Tecavüzler ve Çocuk İstismarı bu tür travmalardır. Tekli Travmadan kasıt, tek bir stres kaynağının travmatik bir yaşantıya neden olmasıdır; örneğin, bir trafik kazası yaşamak ve bir daha araba kullanamamak. Çoklu Travmalara örnek olarak ta, bu kazanın ardından, büyük bir ortopedik ameliyat geçirmek ve aynı kazadan ağır yaralı çıkan bir yakınını kaybetmek verilebilir. Travmaları Birincil ve İkincil Travmalar olarak da düşünebiliriz. Birincil travma, kişinin kendi yaşadığı travmatik bir olayla ilgilidir; örneğin, çok sık karşılaştığımız bir vaka örneğin; bir kadının rızası olmadan imam nikahı ile zorla evlendirilmesi ve yıllarca istemediği bir erkek tarafından tecavüze uğraması. Kişinin kendi yaşamadığı ama tanık olduğu ya da devraldığı Travmalar da vardır; Biz bunlara İkincil Travmalar ve Başkalarından Devralınan Travmalar, deriz; Yukarıdaki örnekten gidersek, kız çocuğun annesinin travmasına tanık olması, doktor raporu alması ya da dava etmesi için ona dil konusunda yardım etmesi; yani annesiyle üvey babası arasında yaşananları bütün ayrıntılarıyla öğrenip tercümanlık yapmak zorunda kalması İkincil Travmadır. Başkalarından Devralınan Travmalar Biyopsikoloji ya da Epigenetik dalının alanına giriyor. Bunlar uzak geçmişimizde yaşanmış kuşaktan kuşağa taşınan Aile Travmaları olabilir. Açıklanamayan korkular, takıntılar ve suçluluk duyguları yaşamak gibi...Bunun sebebi travmaların beden kimyasında değişikliğe yol açarak genlerimizi etkilemesidir. Bu bilinçdışı işleyen bir süreçtir. Aile büyükleri hayatta olmasalar bile, bu travmaları bize ve bugüne aitmiş gibi bilinçdışı üstlenir ve yaşatırız.
_Travmadan kendimizi nasıl korumalıyız?
Dilerseniz önce Stres - Travma ilişkisine bir bakalım; Stressiz bir yaşam düşünemeyiz. Uygun bir dozda ve kontrollü olduğu zaman Stres yaşamın itici ve yaratıcı gücüdür. Stresin hiç olmaması ya da kontrolden çıkması sorun yaratır. Hepimizin strese karşı direnci ve davranışı farklıdır; Önemli olan kişinin stresi algılayış şekli ve onunla başa çıkma yolları arasındaki dengeyi kurabilmesidir. Dengenin bozulması enerji akışını da bozar. Verimi düşen, uykusu ve iştahı değişen insan, sürekli öfkeli olur, kaza yapabilir veya yanlış kararlar alabilir. Bu durumda “Olumsuz Stres” ten söz edilir. Uzun süreli stres, beyin ve beden fonksiyonlarımız bağışıklık sistemi ve ruh sağlığımız üzerinde kalıcı hasarlar bırakabilir. Bu konuda zamanında etkin başa çıkma mekanizmaları geliştirmek zorundayız. Bunun her coğrafyaya, sosyal sınıfa, statüye, kültüre ve cinse uyan bir formülü yoktur. Bu yüzden, insan kendi kişisel gelişimine zaman ayırmalı ve stres kaynaklarını öğrenmelidir. Ama bazı genel önerilerde bulunmak isterim; Maslow’un Gereksinimler Piramidinden hareket ederek kendimizi keşfe çıkalım; 1.Kimimiz için temel gereksinimlerin karşılanması yeterlidir (uyku, yemek, cinsellik gibi) 2. Kimimiz ise güvende olmak isteriz (kalıcı bir işimiz, olsun, sağlık güvencemiz, kendimize ait bir yuvamız da olsun, malımız mülkümüz de) 3.Bazılarımız için Sevgi ve yakın olma gereksinimi bunlardan daha önemlidir (Yakın Arkadaşlar, Dostlar, Sevgili Aile ya da Eş) 4.Kimileri ise Saygı ister (Özsaygı ve Özgüven, Başarı, Saygı görmek ve Saygı göstereceği Ortamlar) 5.Bazıları içinse Kendini Gerçekleştirme en önemlisidir ( Yaratıcı, Erdemli, Önyargısız, İçten, Sorun çözme becerisine sahip Olma) Maslow’un beş maddelik piramidini 1.Fizyolojik 2.Güvenlik 3.Toplumsal 4. Saygınlık 5.Kişisel Gereksinimler olarak kabul edelim. O halde bizim için belirleyici olan maddeleri kendi yaşamımıza uygulayalım. Bunu yaparken en önemlisi kendimize yeteneklerimize ve sevdiklerimize kaliteli zaman ayırmaktır; gergin ortam ve olaylardan kaçamıyorsak arkasından gevşemeyi de bilelim; zihnin gereksiz düşüncelerden uzaklaşması en iyi gevşeme yoludur; her düşüncenin bir enerji olduğunu bilerek olumlu düşünmeyi deneyelim; dışımızdaki dünya bizi yorduğunda içimize dönelim; daha önce denemediğimiz işleri yapalım; farklı bir yoldan yürüyelim; farklı bir dilde okuyalım; farklı insanlarla farklı konularda görüşelim; dört duvar arasından, cep telefonu tablet ve bilgisayardan ara sıra uzaklaşıp doğa yürüyüşleri yapalım; bol bol hayal kuralım; yaratıcılığımızı sınırlandırmayalım; düzenli, ölçülü ve sağlıklı beslenelim; gece uykuları daha değerlidir, ona göre uyuyalım; kendimizi olduğumuz gibi kabul edelim ve sevelim; başkası olmaya çalışmayalım; her sabah hayat yeniden başlar; biz de umutlu, sevgi ve hayat dolu olalım; bilelim ki, bir yerlerde bizden umut sevgi ve hayat bekleyenler var; öyleyse işe önce kendimizden başlayalım.
_Bir de insan etkisiyle oluşan travmalar var. Kişiyi partneri, işçisini, iş arkadaşını, aşağılama, bırakıp gidilme, terk edilme, şiddete maruz kalma, işkence, aldatılma, ihmal edilme gibi, insanların insanlara çektirdiği acılar, onların eliyle oluşan travmalar vardır. Bunların hangisi daha ağırdır?
_ İnsan kaynaklı travmaların etkisi diğer travmalardan çok daha ağırdır. Çünkü bir fail ve bir de kurban vardır. İnsani, hukuki ve ahlaki boyutu vardır. Ve tarafsız kalmak olanaksızdır. Bu yüzden, savaş, soykırım, hak ihlali, işkence ve tecavüz mağdurlarının yaşadıkları travmanın şiddeti, deprem, trafik kazası ya da kronik hastalık mağdurlarına oranla kat kat daha yüksektir. Birinci grubun yaşadıklarını net ve açık olarak hatırlaması, dile getirmesi ve topluma yansıtması ikinci gruba göre çok daha zordur. Yine birinci tür travma vakalarında çok sayıda ve karmaşık ruhsal sorunlar iç içedir ve yoğun utanç ve suçluluk duyguları görülür. Diğer grupta ise tek bir ruhsal sorun ve korku duyguları hakimdir. Terapi açısından ilk grup mağdurların tedavisi daha uzun zaman ve çaba isterken, ikinci gruptakilerin daha kolay ve kısa zamanda yapılır. Tabii ki, çocuk ve yetişkinin yaşam çizgisi ve yaşına uygun bir yol izlenmesi gerekir. Travmaları değerlendirirken birçok etken göz önünde bulundurulur. Yaşanan travmanın şiddeti, yaşayanın genetik yatkınlığı ve aile öyküsü, ruhsal bağışıklığı ve stresle başa çıkma olanakları, tıbbi psikolojik ve hukuki destek görüp görmediği, toplumun travmaya ve yaşananlara bakış açısı ve beklentileri, travmaya yüklenen anlam ve önceki travmatik yaşantılar ruhsal belirti ve bozukluklar açısından çok önemli bir rol oynar..
_ Küçüklükte yaşanan travmalar ilerde insan yaşamında hangi izler bırakır?
Anne karnında başlayan ve doğumdan sonra da devam eden bağ ne kadar güçlüyse mutlu bir erişkin olma şansı da o kadar yüksek olur. Araştırmalara göre çocukken yaşanan travmalar ile aile sorunları arasında birebir ilişki vardır. Çocukluk çağı travmaları çocukların, temel bakımından sorumlu anne, baba veya yakın çevresindeki kişilerce fiziksel duygusal ve zihinsel gelişimini etkileyen ve engelleyen ve cinsel yönden zarar veren davranışların tümünü kapsar. Yetişkin travmalarından farkı, çocuklar için, gelişimine uygun olmayan her türlü yaşantının travmatik bir olay oluşudur. Çocuklukta yaşanan travmalar yetişkinlikte gereken duygusal denge ve kimlik gelişimi gibi becerilerin kazanılmasını engelleyebilir. En çok görülen çocukluk travmaları, fiziksel ve duygusal ihmal ile fiziksel, duygusal ve cinsel istismardır. Çocuğun temel ihtiyacı olan bakım ve koruma sağlanmadığında ihmal vardır. 3 türlü ihmal olur; beslenme ve eğitimden yoksun bırakılırsa fiziksel ihmal; cinsel sömürüye karşı korunmuyorsa cinsel ihmal; sevgi, yakınlık, ilgi gösterilmiyorsa duygusal ihmal söz konusudur. İhmal pasif, istismar ise aktif davranışlardan oluşur. Çocuğun kaza dışında bir yetişkin tarafından yaralanması fiziksel, cinsel gereksinim ve istekleri için kullanılması cinsel istismardır Duygusal istismar denince, eve kapatma, sürekli aşağılama, terk edilme tehdidi, yalnız bırakma, topluma uygunsuz yetiştirme, kendi çıkarına kullanma, suça yöneltme, reddetme, yaşına uygunsuz beklentiler, yetişkin rolüne sokma şeklinde duygusal örseleyici davranışlar anlıyoruz. İstismar edilen çocuklar, duygularını daha az sergiler, empati ve duygusal farkındalığı az, duygusal dengesizliği ise daha fazladır. Savaşa maruz kalmak, zorunlu göç yaşama gibi travmatik deneyimlerin kimlik gelişiminde bozulmalara yol açtığına dair çalışmalar vardır. Çocukluk travmaları nedeni ile bilişsel bozulmalar, duygusal sorunlar, benlik duygusunda bozulmalar ve kişilerarası zorlukların da ortaya çıktığı görülmüştür. Ülkemizdeki Çocuk İstismarına en çarpıcı örneklerden biri de, Çocuk Gelinlerdir. Fizyolojik, ruhsal ve zihinsel olgunluğa erişmeden cinsel deneyime ve evliliğe zorlanan çocuklar, içinde bulundukları durumun algı ve analizini yapamadan anne oluyorlar. Bu çok ağır bir travmadır. Yakın destek ve Psikolojik Tedavi desteği verilmezse yaşananların travmatik etkileri bir ömür boyu sürer. Ailede kötü muamele gören, ilgisiz bırakılan ya da sürekli çatışmaya tanık olan çocuklar, ileride kendi ailelerini kurduklarında, bilinçdışı olarak çocuklarının aynı tür travmalar yaşamasına neden olabilirler. Böyle çocuklar bağlılık ve temel güven duygusu geliştiremez. Anne baba da ağır suçluluk duygusu nedeniyle yaptıkları hataları dile getirmek istemezler. Oysa ailedeki dinamiklerin değişmesi ve sağlıklı kuşakların yetişmesi tamamen buna bağlıdır. Çocuk ve ergenler için ciddi bir risk faktörü oluşturan diğer bir travma türü de Siber Zorbalıktır. Sosyal medya ve internet uygulamaları aracılığıyla yaşandığından özellikle metropollerde, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek aile çocuklarında rastlıyoruz. Çocukluğunda travma yaşayan kişilerin kendi içlerine çekildikleri, kaygı bozuklukları yaşadıkları ve benlik imajlarının olumsuz olduğu belirtiliyor. İstismar ve ihmal deneyimleri ile mücadele ederken, öfke nöbetleri ve ağlama krizlerinin yanı sıra alkol ve madde kötüye kullanımı geliştirdikleri de görülüyor. Ruhsal sorunlar arasında travma sonrası stres bozukluğu, disosiyasyon ( kendinden kopuş ve uzaklaşma), depresyon, ankisiyete ve fobik kaçınmalar ile kendine zarar verme ve intihar girişimine varan ağır bir tablo yaşanabilir.
_Travmanın etkileri bireyde nasıl anlaşılır, görülür?
Travmanın en önemli belirtileri arasında, travmatik olayı zihinde tekrar tekrar yaşama, geri dönüşler, kabus görme, aşırı uyarılmışlık, kaygı ve korku hali, uykusuzluk, kırılganlık, sabırsızlık, kaçınma davranışı, duygusal kütleşme, içine kapanıklık, güvensizlik, utanç ve suçluluk duyguları, düşük benlik imgesi sayılabilir. Travmalarının yol açtığı ruhsal bozukluklar arasında, duygu durum ve kişilik bozuklukları, madde bağımlılığı, psikosomatik rahatsızlıklar (nedeni bilinemeyen ağrılar ve bedensel sıkıntılar), disosiyatif bozukluklar (kendinden kopuş ve uzaklaşma), kaygı ve travma sonrası stres bozuklukları, depresyondan, obeziteye varan bozukluklar başta geliyor. Aşırı yeme isteği genellikle zorlanmalar, ilgisizlik, sevgisizlik ve yalnızlık gibi olumsuz duygulardan uzaklaşma nedeniyle ortaya çıkar. Olayın üzerinden uzun bir zaman da geçse, travma etkileri devam edebilir. Bu ruhsal sıkıntılar zamanla kronikleşebilir. Uzun süreli ve yoğun travma yaşayanlarda uyku, beslenme ve cinsellik gibi fizyolojik bozukluklar ve duygu küntleşmesi görülebilmektedir. Örneğin, uzun süre toplumsal destekten yoksun kalan aile içi şiddet ve işkence mağdurlarının kendi duygu ve düşüncelerinden zamanla koptukları ve topluma yeniden uyum sağlamakta ve iyileşmekte çok güçlük çektikleri bilinmektedir.
_Hepsi birer travma olan son yıllarda Türkiye’deki Taciz Tecavüz olaylarında ve Kadın Cinayetlerinde inanılmaz bir artış var. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ülkemizde yalnız Kadınlar değil, Eşcinseller, Trans bireyler, Çocuklar, Hayvanlar ve Ağaçlar da tehdit altında !!! Erkek egemen cinsiyetçi bakış ve şiddeti normalleştiren Tutum ve Alışkanlıklar değişmediği sürece, potansiyel katiller de maalesef olacaktır. Mahkeme heyetinin ceza davalarında iyi halden ceza indirimi yapması faili ödüllendirerek cesaretlendirmesi, kurbanı cezalandırarak susturup sindirmesi demektir. Bu da toplumda zaten sürekli körüklenen cinsel dürtüler üzerindeki kontrolün kalkmasına ve yeni “Namus Cinayetlerine” zemin hazırlamaktadır. Bir cinsin diğer bir cins üzerinde baskı kurması, kişisel özgürlük ve haklarını ihlal etmesi cinsiyet ayrımcılığına girer ve insanlık suçudur. Sayılara bakarsak bunu daha iyi görebiliriz; Türkiye’de her 14 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor ama her 4 kadından 1’i evli; 18 yaşına girmeden evlenen Kadınların oranı %26, hatta bunu hızlandırmak için evlilik yaşını 9-15 arasına indirip, müftülerin nikah kıymasına izin veren bir rejimde yaşıyoruz. Bu yaş dilimi bir çocuğun okulda geçirmesi gereken en üretken çağıdır. Fiziksel, ruhsal ve zihinsel gelişimini henüz tamamlamamış bir kız çocuğun eğitim hakkının elinden alınması ve zorla evlendirilmesi suçtur. Buna karşın yapılan evliliklere bakarsak sayılar şöyle söylüyor;
15-59 yaş grubuna giren Kadınların %35’i en yakınındaki erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kalmakta, Hamilelik sırasında da fiziksel şiddet durmuyor, oranı % 8. Her 8 kadından biri cinsel şiddete uğruyor! Ayrıca kadınların %40 ın dan fazlası duygusal şiddet yaşıyor. Daha da çarpıcı olan, şiddete uğrayan her 100 kadından yalnızca 11’i kurumlara başvuruyor. Uğradığı şiddeti kimseye anlatmayan Kadınların oranı % 44.. Durum gayet vahim. Peki ne yapılabilir?
Toplumsal Cinsiyet Rolleri çağın gereklerine göre yeniden tanımlanmalı; Eğitimde fırsat eşitsizliği ve müfredatta cinsiyet ayrımına son vermeli. Medyada cinsiyetçi bakış ve kullanılan dil şiddetten arındırılmalı. Bütçede kadına ve çocuğa şiddeti önlemek için ayrılan pay önemli; Tecavüz Kriz Merkezleri acilen açılmalı, İlk yardım telefon hattı ve barınma olanağı sağlanmalı, Hukuki ve Psikolojik Danışma Merkezleri olmalı. Bölgesel farklar eşitlenmeli. Türkiye parti ve siyasi görüş farkı olmadan 6284 sayılı İstanbul Sözleşmesini gerçekleştiren ve ilk imza atan ülkelerden biridir. Bu sözleşme çok önemlidir. Kamusal ve özel alanda aile ve evli olma şartı aramadan, kadını şiddete karşı koruyucu ve önleyici değeri vardır. Mutlaka uygulanmalı ve asla yürürlükten kaldırılmamalı.
_Göçün ruh sağlığına olan etkisine inanıyor musunuz? Geldiği topluma uyum sağlayamayan ya da uyum sağladığı halde dışlanan, ayrımcılığa uğrayıp, kabul görmeyen bir göçmen için göç bir travma mıdır?
İç ve dış göç yaşamış ve bu alanda çalışan bir uzman olarak diyorum ki, her göç bir krizdir; kişisel, toplumsal, ekonomik ve kültürel bir kriz. Geride bıraktığınız ülke ile geldiğiniz ülkenin siyasal rejimi, sosyo-ekonomik sistemi, kültürel değerleri ve dili birbirine ne kadar uzaksa kriz o kadar derin olur. İyi bir kriz yönetimi yapılamaz ise kriz bir travmaya dönüşebilir. Neden ve nasıl göç ediyoruz? Kişisel ekonomik ve mesleki donanımımız nedir? Bedensel ve ruhsal bağışıklığımız ne durumdadır? Bunlar krizin iyi yönetilmesinde ana etkenlerdir. Değerli meslektaşım Serol Teber ‘Göçmenlik yaşantısı ve Kişilik Değişimi’ Eserinde Almanya’ ya göç olgusunu “büyük kopuşlar ve yeniden bağlanamayışlar “ şeklin de tanımlar. Yani, göçmenler, kendi köklerinden kopup geliyorlar. Ancak “önceki” yaşam Öyküleriyle, “yeni” yaşam öyküleri birbirini bütünlemiyor, tamamen bağımsız ve karmaşa içinde gelişiyor. S. Teber’e göre göç bir ruhsal örselenme yani travmadır. Ve bu örselenme yaşam boyu sürebilmektedir. Daha çok politik göç alanında ve şiddetin her türlüsünü yaşamış sürgündeki insanlarımızın psikopatolojisi üzerine çalıştığından böyle bir bakış açısı geliştirmesi doğal karşılanmalıdır. Ayrıca politik nedenlerden göç eden insanlarımızın yaşadıkları travmalar, göç ülkesinde yaşadıklarıyla karşılaştırılmayacak kadar ağırdır. Bu konuda sayısız yayın rapor ve söyleşilere bakmak yeterlidir. Bir de yirmi yedi yıl önceki koşullar bugünkünden çok farklıydı. Bilgiye sosyal ve psikolojik desteğe ulaşım bugünkü kadar kolay değildi. Oysa şimdi bir tıklıyoruz ve dünyanın öbür ucuyla iletişimdeyiz. Almanya’da uzun yıllardır Psikiyatrist olarak çalışan ve bir süredir İsviçre’de çalışmalarına devam eden Dr. Fikret Zengin’inde Göç konusunda Almanca bir kitabı bulunmaktadır. F. Zengin’e göre göçmenliğin getirdiği birçok risk faktörü vardır; Ayrılık ve Aile parçalanması, Ana dilin kaybı, Kötü iş ve ev koşullarında yaşama, Daha ağır ve zor işlerde çalışma, İşsizlik, Toplumda kabul görmeme, Aşağılanma, ayrımcılık, ve yabancı düşmanlığı gibi. Bu ağır koşullar elbette ki ruhsal zorlanmalara yol açar, Kişisel donanımın, ailenin, sosyal, kültürel ve psikolojik desteğin bu zorlanmaları aşmakta çok büyük rolü vardır. Ben sorunların aşılacağına inanıyorum. Yarım yüzyılı aşkın ve üç kuşaktır burada yaşıyoruz. Uyum konusu Almanya’da sıkça dile getirilen bir konu ancak tek yönlü ele alınmamalı. Bizler, artık ağır işlerde çalıştırılan, kötü muamele gören ve para biriktirip ülkesine dönmek isteyen Göçmen İşçiler değiliz. Kendi ana dilini, değerlerini reddetmeyen ve unutmayan ama aynı zamanda kamusal ticari ve siyasal alanda söz sahibi Alman toplumunun önemli bir parçasıyız. Türkiye’ye de Almanya’ ya da ait olduğumuza inanıyoruz. Bizi en çok üzen ve yaralayan iki ülke hükümetleri tarafından aleyhimize alınan kararlardır, Covid-19 testinin Almanya’da kaldırılıp Türkiye’ de ücrete tabi ve zorunlu tutulması veya her iki ülke arasında otomatik bilgi paylaşımı gibi. Unutulmamalıdır ki, bizler yalnız yaz tatillerinde ve seçimden seçime hatırlanması gereken değil, bulunduğumuz ülkede Türkiye’yi temsil eden çift dilli, kültürlü ve onurlu iki ülke insanlarıyız.
_Pandemi nedeniyle insanlar zorunlu olarak daha çok evlerine ve içlerine kapandılar. Sosyal ilişkiler daha da zayıfladı. Dijitalleşme nedeniyle oluşan bu yalnızlıklar sizce yeni travmalara yol açabilir mi?
Geçen yılın başından bu yana Salgın (Pandemi) koşullarında yaşıyoruz; bütün dünya, bunun getirdiği yepyeni stres ve zorlanmalarla karşı karşıya; maske ve sosyal mesafe kuralı, izolasyon, karantina, seyahat engeli ve yasakları, korona muayenesi ve testleri derken şimdi de Korona aşısı gündemde Hastalanma, hasta etme ve ölüm korkusuyla ciddi bir iletişim kopukluğu ve yalnızlaşma yaşıyoruz. Bu küresel bir Travma değil de nedir ????. Nasıl bir gelecek bizi bekliyor?.Dijitalleşen bir dünyaya ne kadar hazırız? Kitlesel işten çıkarmalar, kepenk indirme, yoksullaşma, sokağa çıkma kısıtlamaları, hareketsiz bir yaşam, bozulan yemek ve uyku düzeni, sosyal medya bağımlılığı, sürekli aynı mekanı paylaşmadan doğan aile içi sorunlar, bilgi kirliliği ve komplo teorileri. Evet, ölüm gerçeği ve tehdidi kol geziyor. Ancak, esas endişe verici olan, kendi yaşamımız üzerindeki kontrolü kaybetmek, yarın bizi neyin beklediğini bilememek, hızla değişen bir dünyaya ayak uyduramamak ve sevdiklerimizden uzak kalmak. Milenyum Çağının Travması; Yalnızlık’ mı???
_Almanya’da bildiğim kadarıyla birçok Travma Merkezleri var; Bunlar devlete mi, sosyal kurumlara mı yoksa şahsa mı ait? Türkiye’de Travma geçiren insanları tedavi eden özel merkezler var mı?
_ Bir çalışmaya göre, Almanya’da hayatları boyunca her 4 kişiden 1’ i en az bir kez travmaya yaşamış. Kadın ve erkekler açısından Travmatik deneyimin türü farklı olmakta. Kadınlar daha çok cinsel şiddete uğrarken, kaza ve saldırıya uğrayanlar, savaşta esir düşenler çoğu kez erkek. Yaşlı erkekler gençlere oranla daha çok savaş travmaları yaşamışlar. Tahminlere göre, Almanya’da her 100 insandan 1 ile 13’ü daha çocukken cinsel şiddete uğramış. Gerçekten de Travma Merkezleri Almanya’da çok yaygındır. Devlet, inanç kurumları ve özel kurumlar olmak üzere üç koldan hizmet verilmektedir. Devlete bağlı Gençlik Daireleri, Kadın Sığınma Evleri, Savaş ve İşkence Mağdurları Tedavi Merkezleri ve hastanelerin özel Travma Bölümleri vardır. Benim de bulunduğum Almanya’ nın Hessen ve Kuzey Ren Vestfalya eyaletlerinde bu alanda çalışan bazı kurumlar şunlar; 1976’da Mainz’da kurulan bağımsız Beyaz Halka Derneği, o tarihten beri bünyesindeki sağlık, eğitim ve hukuk alanında yetişmiş gönüllü ve uzman kadrosuyla Almanya çapında Şiddet Mağdurlarını korumakta.. Frankfurt’ta Travma ve Sürgün alanında devlet destekli, parti ve kiliselerden bağımsız bir Çalışma Derneği olan FATRA, dünyanın çeşitli yerlerinde insan hakkı ihlallerine uğramış, şiddet ve işkence görmüş kişilere psikolojik ve sosyal yardım ve destek sunuyor. Frankfurt PROAZYL Derneği, 1986 dan bu yana sendikalar, kiliseler, yardım ve insan hakkı kuruluşlarının desteğiyle sınır bölgelerindeki mültecilerin hakları konusunda çalışan ve iltica sürecini destekleyen bağımsız bir örgütlenmedir.
Mülteciler ve Organize Şiddet Mağdurları için Psiko-Soysal Danışma Merkezi Frankfurt şehir merkezinde mağdur sığınmacılara ve görgü tanıklarına danışma ve ruhsal destek veriyor. CARITAS İşkence Mağdurları Katolik Terapi Merkezi, 1985’ten beri Köln ve çevresinde, savaş mağduru mültecilerin fiziksel, ruhsal ve yasal sorunlarıyla ilgileniyor. Köln-Porz ve Krefeld’deki Katolik AlLEXIANER - Psikotravmatoloji Kliniği, kapsamlı ve modern Test Teknikleriyle, çocuk ve yetişkinler için gerek ayakta gerekse yataklı Travma Terapi ve Rehabilitasyon olanağı sunuyor. Köln Kalk’ da bir diğer Ruhsal Terapi Kurumu olan Protestan Diakoni Travma Merkezi, WENDEPUNKT şiddet mağduru kadınlara psikolojik danışmanlık verirken, Köln-Raderthal’ daki sığınma evi Elisabeth-Fry-Haus mağdur kadın ve annelere çocuklarıyla birlikte barınma olanağı ve hukuki hizmetler veriyor. Köln Üniversitesi LVR Kliniğine bağlı Psikotravma Merkezi çeşitli Uzman Terapistleriyle her türlü ruhsal travma terapisi veriyor. Köln Üniversite Hastanesinde ölümcül Kronik Hastalara yönelik olarak Protestan din görevlileri tarafından organize edilen Uğraşı Terapisi (Resim, Müzik ve El Sanatları) var. Türkiye’de her gün sayısız travmatik olay yaşanmasına karşın genel nüfusa oranlandığında Travma Merkezlerinin yeterli sayıda olduğu söylenemez. 1999 depremi ile birlikte Türkiye’de travmaya daha çok konuşulur oldu. Çalışma koşulları zor olsa da birçok sivil toplum kuruluşu ve meslek örgütleri devrededir. Bunlar arasında; Türk Psikologlar Derneği (TPD), Türk Tabipler Birliği (TTB), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği (SHUDER), Çift ve Aile Terapileri Derneği (ÇATED), Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği (TODAP) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (TPD), TÇD (Travma Çalışanları Derneği) ve EMDR Derneği sayılabilir. Kadın Sığınma Evlerinin sayısı 144, Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri var ama özel olarak Cinsel Şiddet Merkezi bulunmuyor.
_Sizin çalıştığınız Tedavi Merkezine tedavi için hangi milletlerden insanlar geliyor?
Travma Terapisinde aktif olarak çok yönlü Terapi ve Eğitim hizmeti veren bir kurum da merkezi Augsburg’ ta bulunan SYNTRAUM Psikoterapi Enstitüsüdür. Dil, inanç, ve siyasi görüş ayrımı yapmadan Türkiye’den olduğu gibi, dünyanın her yerinden gelen danışanlarına Psikolojik destek sunuyor. Son nörobiyolojik araştırmaların ışığında çalışan enstitü, Travmaya modern bir açıdan yaklaşmakta ve onu “Strese karşı verilen aşırı bir Tepki ve Zorlanma” olarak tanımlamaktadır. Çocuk, Gençlik ve Aile Terapileri, Bireysel Psikoterapiler, Aile Çözümlemeleri, Psikolojik Danışmanlık ve Koçluk, Süpervizyonlar ve Terapi Eğitimlerinin yanısıra Sınav korkusu, Öğrenme ve Başarının kuşatılması alanına da özel bir önem vermektedir.. Enstitünün kurucu başkanı Biyodinamik ve Hipnozla Terapi Uzmanı Psikoterapist Heinz-Günther Andersch - Sattler ve Enerjiyle Tedavi Uzmanı ve ROMPC Master Terapisti Betül Savaşır ile birlikte Köln’de ROMPC- Travma Terapi Eğitim Seminerleri vermekteyiz. Türkçe - Almanca iki dilde verilen eğitim sırasında ben ve arkadaşım Ümmühan Çakmak anında Türkçe çeviri yapmaktayız. Almanya’da artık yabancı dilin bir engel olarak görülmesini istemiyoruz. Sloganımız; “Bilgi Çağında kimse bilgisiz kalmasın!.”
En önemli bilgi de insanın kendini tanıması ve anlamasıdır. Almanya’da bir öncü olduğumuza inanıyor ve Online-Tanıtım Çalışmalarımıza mutlaka bekliyoruz. Seminerlerimiz, kişisel, ruhsal veya mesleki gelişimine önem veren herkese açıktır ve sertifikalandırılmaktadır. 2021 yılında eğitimlerimiz devam edecektir. Bilgi ve kayıt için Internet üzerinden Syntraum.de -Türkçe ya da ROMPC -Travma Terapi Eğitimleri Köln sayfasına girebilirler. İsteyenler sizin aracılığınızla da bana ulaşabilirler. ROMPC ile Terapi, sağlık alanında binlerce yıldır bilinen ve başarıyla uygulanan Geleneksel Çin Tıbbına dayalı modern bir uygulamadır. Farkındalık yaratma, Stres mekanizmasını görme, çözme ve ona karşı korunma; Başarı ve öğrenme engellerini kaldırma ; Kendi kendini iyileştirme ve gerçekleştirme yöntemidir. Meridyen noktalarının ritmik olarak uyarıldığı çeşitli tekniklerle, bozulan enerji akışı yeniden sağlanarak, verimli, dengeli ve mutlu bir yaşamın kapıları açılmaktadır. Bana bu alanda bilgi verme olanağı sağladığınız için çok teşekkürler. MT Ben de size teşekkür ederim Betül Hanım bu önemli açıklamalar ve verdiğiniz bilgiler için.