Seda Ünsar, kendisi hakkında bilinmeyenleri açıkladı

‘Düşüş’ isimli yenin yayımlanan romanın yazarı Seda Ünsar, kendisi hakkında bilinmeyenleri açıkladı.

‘Düşüş’ isimli yenin yayımlanan romanın yazarı Seda Ünsar, kendisi hakkında bilinmeyenleri açıkladı.

İşte yazar Seda Ünsar’ın röportajı:

1-Kendini tanıtmayla ilgili bir soru:

Koç Üniversitesi burslu Uluslararası İlişkiler bölümü mezunuyum. Mezuniyetimden sonra Los Angeles’ta University of Southern California’da burslu Siyaset Bilimi doktorası yaptım ve London School of Economics’te bir dönem ziyaretçi akademisyen olarak bulundum. Akabinde, Floransa’da bulunan European University Institute’ta Max Weber Programı’nda postdoktora yaptım ve Los Angeles’a dönerek USC’de bir süre ders verdikten sonra Türkiye’ye dönüş yaptım.

2-2-Yurtdışında yaşamayı neden seçtiğimle ilgili bir soru:

Çocukluğumdan beri yurtdışında yaşamak isterdim. Hatta yazdığım hikayelerin karakterleri hep yabancı olurdu. Okumaya, farklı kültürlere, bulunduğum şehir ve ülke dışında, yabancı toplumlarda yaşama karşı büyük bir merakım vardı. Yurtdışında yaşama isteğimin bir nedeni de, yine çocukluğumdan beri İngilizce’ye olan yatkınlığım ve düşkünlüğümdü ve bir de, kendimi zihniyet olarak Batı toplumlarına çok yakın hissediyor oluşum. Bu yüzden, üniversiteyi bitirdiğimde, “son noktaya kadar okuma” arzusuyla, pek de düşünmeden, doğal bir eylem olarak Amerika’da doktora programlarına başvurdum ve kabul aldığım yerler içinde Los Angeles’ı tercih ettim. Aslında ÖYS’de ilk Türkiye 50’sine giren öğrencilere Amerika’nın Ivy League üniversitelerinde lisans eğitimi hakkı veriliyormuş. Ben bunu bilmiyordum; bilseydim, lisans için de hiç düşünmeden gitmiş olurdum. Fakat yine de on yıl Amerika’da, altı ay İngiltere’de ve iki seneye yakın bir süre İtalya’da yaşadım.

3-Neden ve nasıl yazmaya başlamamla ilgili veya neden birdenbire bir roman yazdığımla ilgili bir soru:

Çocukluğumdan beri kendi kendime sürekli yazardım. Hep yanımda taşıdığım çizgili bir defterim ve aynı anda okuduğum iki, üç roman olurdu. Karakterleri yabancı olan bir cinayet romanı (o ara herhalde bol bol Agatha Christie okuyordum) yazdığımı hatırlıyorum. Ayrıca Türkçe ve İngilizce piyesler ve film analizleri yazardım. Kolejde hazırlık sınıfı bittiğinde yazdığım İngilizce piyeslerle bir tiyatro gösterisi yapmıştık; yurtdışında değerlendirilen bir kompozisyon yarışmasında birinci olmuştum. İngilizce öğretmenimizin verdiği James Joyce’un bir hikayesinin sonunu değiştirerek yeniden yazma ödevinde öğretmenim yazdığım sonu çok beğenerek edebiyata yönelmek isteyip istemediğimi sormuştu. Amerika’da doktora danışmanım, Prof. Dr. Eliz Sanasarian, uslubumu akademikten ziyade edebi bulur ve “tezini her zaman yazarsın, romanını yaz” derdi. Fakat tüm bunlara rağmen, aynı zamanda sistemin içinde kalarak “sonuna kadar okuyan” bir insan olarak, yurtdışında akademik kariyerimi sonlandırmadan bırakmak istemedim. Şöyle ki yurtdışında akademik kariyer, çalışma temposundan dolayı, edebiyat kariyeriyle veya herhangi başka bir çalışma hayatıyla beraber yürütülebilecek bir şey olmadığından, o anda bir seçim yapmam gerekiyordu ve başladığım şeyi tamamlamayı seçtim. Bu yüzden de, ancak Türkiye’ye döndükten ve profesörlükten sonra yayın yapma fırsatı bulabildim.

 

4-Ana tema ve kurguyla ilgili bir soru:

Düşüş iki ana karakterin (S ve Ali) İstanbul’dan Los Angeles ve San Fransisko’ya uzanan yaşamları üzerinden hayatın anlamını ya da anlamsızlığını sorguluyor. Bu varoluşçu sorgulama, birbiriyle ontolojik bir bağı olan özgürlük, erdem ve bilgi temalarıyla ve ölümsüzlük, onurlu bir yaşam için ödenecek bedel, sıradanlık, aşk, hayal ve gerçek, mutlu olma baskısı, yalnızlık, hayalkırıklığı, gerçeğin peşinden gitme gibi metaforlarla örülmüş ve kayıp zamana işaret eden bir anlatı. Bu anlatıya filmler, karakterler arası politik, felsefi diyaloglar ve rüyalar eşlik ediyor.

Beş bölümden oluşan ilk kısım S’nin Los Angeles’taki hayatıyla açılırken, aslında kitabın ana ekseni olan ve on beş bölümden oluşan ikinci kısım Ali ve San Fransisco ile açılıyor. Bölümün girişinde Blaise Pascal gibi bir matematikçi, yani akılcıdan duyduğumuz “Kalbin kendine has nedenleri vardır; akıl bunları hiçbir zaman anlayamaz” sözünün ve Pablo Neruda’nın “Eğer bizi ölümden hiçbir şey kurtarmıyorsa, en azından aşk hayattan kurtarmalı” satırlarının ima ettiği gibi, S karakteri için hayatın anlamı, bir sıradanlık dışına çıkma çabası ve hayattaki tek hakikat Platonik bir İdea olarak algıladığı, toplumun “mutlu olma baskısı” dışında, sosyal konstrüksiyon olmayan, doğal, kendiliğinden ve sadece kendisi için olan Aşk. Bence birinci kısmın en dikkat çekici detayları ise, S’nin bir emperyalizm ve kapitalizm kritiği olarak yarı-sürreal, yarı-fantastik bir dille yazdığı metaforlarla örülü yazı ile tutkulu ve derin bir aşkın karakterleri Stefano ve S üzerinden yansıtılan ve romanın tamamına yayılan bir Batı-Doğu karşılaşması.

İkinci kısım, Hölderlin’in “Bizler hiçbir şeyiz; aradığımız ise her şey” uyarısına karşılık Puşkin’in verdiği “Zamanın her şeyi halledeceği aşikardır” yanıtıyla, yine daha başında verilen bir ipucuyla başka bir hikayeye açılıyor. Bu hikaye, ruhu yaratma arzusuyla dolu olan ve bunu bir türlü dışa vuramayışının gerilimiyle sarsılan Ali karakterinin San Fransisko’daki hayatına girişimizle başlıyor. Çocukluğunun beraber geçtiği teyzesinin üvey kızı Afife tarafından terk edildiğinde, “…. Ali, bir fırtınanın ortasında zorla açılan bir kapıdan geçerek, taştan ve sakin bir eve girer gibi, yazmanın dingin lakin tekinsiz dünyasına sığınmıştı” (s. 395). Arka kapak yazısında sözü edilen “roman içinde roman”, Ali’nin böylece yazmaya başlayabildiği bir 19. yüzyıl Rus hikayesi. Hikaye, yine romanın geneline yayılmış bulunan politik ve makro-teorik birçok düşünceyi içermeye devam ettiği gibi, uzun doğa tasvirleri, bu tasvirlerle karakterlerin psikolojik çözümlemelerinin bağlantısı, karakterlerin geçirdiği psikolojik değişimlerin yaşantılarına yansıması gibi hususları barındırıyor. Benim için ikinci kısmın en önemli ayrıntısı da bu öykü.

Ali “Haliç’ten Eminönü’ne, Cihangir’den Tarlabaşı’na, insanların yüzlerinde öfke, yılgınlık, mutsuzluk, delilik gibi işaretleri izleyerek, bir kentin, bir devletin, bir ulusun, bir uygarlığın çöküşünün haritasını çıkaran” (s. 179), romanın açılışında T. S. Eliot’a referans verilen o gölgede (“Düşünceyle gerçek arasına, devinimle eylem arasına düşer gölge”), çocukluğu ansiklopediler ve filmler arasında geçmiş, düş ile gerçek arasında bir gölge karakter. Küçük Japon balığım dediği Ai karakterine “İstanbul’da yürüyecek sokak, görecek yüz kalmamıştı. İnsanın ruhu uzak diyarlardaki sokaklara ve yüzlere aittir” (s. 348) deyişinde gizli olduğu gibi, Ali çok da farkında olmasa da ruhunun ait olduğu mekan veya zamanı arayan bir karakter. Aslında, bu arayış, sadece, ruhen yalnız bir entellektüelin bulunduğu toplum ve o toplumun sanrılarından, hesaplaşmalarından ve çöküşünden kaçış arayışı olarak düşünülmemeli çünkü Ali’nin peşinde olduğu, kendisi hangi topluma ait olursa olsun, ancak yabancı yerlerde mümkün olabilecek köksüz bir özgürlük arayışı. Tabii felsefi anlamda bir sonuca veya yanıta varmaktansa soruyu sormayı hedeflendiği için, bu arayış net bir sonla bitmiyor.

Ali’nin arayışıyla ilgili, roman üzerine Litera Edebiyat’ta yayınlanan bir inceleme yazısındaki tespitten bahsetmek istiyorum: Ali Afife’nin yarım bir mektupla ortadan kaybolmasının ardındaki gizemi, San Fransisko’ya Afife ile yerleşmeden önce İstanbul’da geçen hayatını bölük pörçük hatırlayışları ve rüyalarında ararken ve yayınlamayı hiç düşünmediği Rus hikayesini yazarken, hayatına dahil olan karakterler ve kendisi arasında, Murakami’nin sıradışılık ve yalnızlıkla örülmüş karakterlerinin arasında hissedilen, söze çok da dökülemeyen bağa benzer bir bağ oluşu. “Şimdi Anastasia’yla bu odada havada asılı kalmış bir su zerreciği gibi dururlarken, Behman, Afife, Anastasia ve Ali arasında dördünün de ruh yapılarında mevcut olan ortak noktalar birleşerek sanki görünmez bir bağ oluşturmuş gibiydi” (s. 395).

Ali’nin yarattığı Sergey Andreyev Kuruzkov adlı 19. yüzyıl karakteri de Ali gibi “boşluğu kapatmak” için “anlam arayışı”nda olan bir karakter lakin bulunduğu konum ve çağ itibariyle, bu arayış daha karanlık (belki de bir entellektüel için daha aydınlık) bir tarihi anda sürmekte. Sergey ait olduğu aristokrat sınıfı aşamayan, gerçek ve yeni bir toplum hayalini elindeki gerçeklikle gerçekleştiremeyeceğini kavradığı anda köylülere küsen ve ölümsüzlük hayalinden de vazgeçen bir karakter. Ali Sergey’in ruh buhranlarında kendi ruhundan izler yanstıyor diyebiliriz. Hatta, Ali henüz İstanbul’dayken yan karakterlerden biri olan Talat dayısıyla yaptığı ateşli politik tartışmalardan birinde, Talat’ın öne sürdüğü, bireyin hayatının anlamını keşfetme noktasında sınıf kimliğinin aslolan kimliği olduğu iddiasını farkında olmadan kabul etmiş ve Sergey karakteriyle hayata, yani yazıya (çünkü hayat Ali için yazıdır), geçirmiş durumda.

 

 

 

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.