Sessiz, gösterişsiz, gürültüsüz ve patırtısız hesaplaşma öyküleri

Doğan YurdakulKamil Erdem’in “Şu Yağmur Bir Yağsa''  (Sel Yayıncılık, 2016) adlı kitabı, birbirinden güzel on bir öyküden oluşuyor. Bazen birbirine benzeyen, bazen hiç benzemeyen on bir ayrı kişinin on bir ayrı öyküsü....

Doğan Yurdakul

Kamil Erdem’in “Şu Yağmur Bir Yağsa''  (Sel Yayıncılık, 2016) adlı kitabı, birbirinden güzel on bir öyküden oluşuyor. Bazen birbirine benzeyen, bazen hiç benzemeyen on bir ayrı kişinin on bir ayrı öyküsü. Hepsi de bir hesaplaşma içindeler, bazen düzenle, bazen başkalarıyla ama genellikle kendileriyle hesaplaşıyorlar. Sessiz, gösterişsiz ve gürültüsüz patırtısız hesaplaşmalar bunlar. Hani “sessiz çoğunluk'' diye bir kitleden söz edilip durulur ya. Bu öykülerdeki kişiler sanki işte öyle bir kitlenin mensupları gibiler. İçten içe ya kendileriyle ya da onlar tarafında bilinen, ama bizce bilinmeyen veya görünmeyen birileriyle, birşeylerle kavga ediyorlar. Bu tartışmaların kazanan veya kaybedeni yok. Aslında bir kazanan var, o da bu hesaplaşmaları yaşarken ruhsal ve düşünsel zenginliği artan okuyucu oluyor.

Bir dergi çevresinde toplanan arkadaşlarını için için inceleyen, “şu yağmur bir yağsa da altında ıslanıp tertemiz bir sayfa açsam'' diye düşünen bir yazar... Üniversitedeyken başını örtmüş, görücü usulüyle evlenmiş, “mukavelelerinin eskimiş ve yıpranmış'' olduğunu düşündüğü kocasından zar zor aldığı izinle komşusunu yemeğe çağırmış bir kadın...

Kokudan tanıma yeteneğini Gayrettepe Emniyetinin hücrelerinde edinmiş olduğu için müşterilerini kokularından tanıyan bir bakkal ve tezgahtaki oltu taşından yapılmış bir böcek ile Kafka’nın Gregor Samsa’sı arasında ilişki kuran bir kadın müşterisi...

Başkalarının yaşadıklarından bile ürken bir esnafın, sancılı bir süreç sonucu yaptırdığı mütevazı evine kavuştuğunda yaşadığı buruk mutluluk... Örgütsel görevle gecekonduya yerleşmiş, bir kereste atölyesinde iş bulmuş, örgütün gizli faaliyetlerini için için sorgulayan bir devrimci... Boykotlar ve yürüyüşler döneminde Üniversite’de yapılan bir forumda konuşulanlarla, küçük bir sendikacılar topluluğunda yapılan konuşmalar arasında yarına umutla bakmaya çalışan bir genç...

Birilerinin vergi kaçırmasına alet olmadığı için çalıştığı mali müşavirlikten kovulan bir işsizin iş bulma kurumundaki gözlemleri... Okul gazetesi çıkaran ve arkadaşlarıyla karlı dağlara çıkmaya hazırlanan bir lise öğrencisinin mahalle sakinlerini ve olaylarını gözlemleyişi... Bir sahil kasabasına göçmüş birinin doğayı ve sakinlerinin sohbetlerini yorumlayışı... Küçük bir yayınevinde editörlük yapan bir dar gelirlinin,  ev sahibi kirasını artırmak isteyince yaşadıkları... Oğlunu gurbette okumaya gönderen bir marangoz ustasının hissettikleri...  

Bütün bu kişiliklerin hesaplaşmalarında aslında sessiz ama içe işleyen bir başkaldırı olduğunu da hissedebiliyorsunuz. Ama onlar bu hesaplaşmalarının sonunda koyu bir karamsarlığa kapılmıyorlar, kimi ütopyasını, kimi küçücük sevinç ve mutluluklarını yaşamayı sürdürüyor.

Kamil Erdem bütün bu kişilerini bize müthiş bir dil zenginliğiyle, çoğu zaman şiirsel bir üslupla anlatıyor. Bu kişilikler kendilerini düzyazının kalıplaşmış, kemikleşmiş “giriş-gelişme-sonuç'' biçemine göre ifade etmiyorlar, yaşamlarının belli bir kesitini kendilerine özgü bir biçimde sergiliyorlar. İyi de ediyorlar.  Bize duygularını yaşatıyorlar.

Onların anlattıklarında, durup dururken, Resneli Niyazi’ye, Şeyh Galib’e, Orhan Veli’ye, Ece Ayhan’a, Prokofyev’e, Nazım Hikmet’e, Ruhi Su’ya, Arşimet’e, Sisifos Efsanesine, Kafka’ya, İlyas Peygamber’e, Çaru Mazumdar’a, Alberto Bayo’ya, Nurettin Topçu’ya, Ali Fuat Başgil’e, Hititlere, Aşık Veysel’e, Pir Sultan’a, Arzu ile Kamber’e, Yusuf ile Züleyha’ya, Mayk Hammer’e, Cahit Sıtkı’ya, Dede Korkut’a, Keloğlan’a, Pal Sokağı Çocuklarına, Sefiller’e, Kaf Dağı’na, Humbaracı Ahmet Paşa’ya, GDO’lu ürünlere, Ömer Hayyam’a, Kerem ile Aslı’ya, Şeyh Edebali’ye rastlıyabiliyorsunuz. Hiç beklemediğiniz insanlardan bu gibi şeyler duymak önceleri sizi şaşırtıyor ama sonra onu da doğal karşılamaya  başlıyorsunuz.

Yazarın öykülerinde birdenbire algılamayıp, sonradan farkına vardığınız ince bir mizah örgüsü de var. Bu mizah, özellikle “Kurum'' öyküsünde doruğa çıkıyor, tebessümle başlıyor, giderek kahkahalarınızı tutamıyorsunuz. İş arayan adam, iş bulma kurumundaki görevli tarafından sorguya çekilirken iş ve özel yaşamıyla ilgili herşeyinin devlet tarafından izlendiğini anlayınca şu fikre varıyor: “Örneğin ilin kurtuluş gününde kılıç kalkan ekibini alkışlamadığımı tesbit edememişlerdir belki ama... İki kez de elektrik parasını geç ödemiştim. Bütün bunları düşününce gerçekten devletin istediği iyi bir yurttaş mıyım, ben kimim diye iç çektim...''

Kamil Erdem ile dostluğumuz 12 Mart döneminde Mamak Cezaevi’ndeki tutukluluk dönemine uzanır. Çok belli etmez ama özel sohbetlerde de bu mizahçı kişiliği hemen ortaya çıkar. Bir çokları bu kitabı neden bu kadar geç yaşta yazdığını sormuşlar, “işten güçten zaman bulamadığını'' söylemiş. Askere de çok geç gitmiş, “orada bunu soran komutana da aynı yanıtı verdim'' diyor.

Ben bu kitabı okur okumaz yazmaya karar vermiştim ama çok geciktim, kitap ikinci baskıyı yaptı. Kamil de bana “niye bu kadar geciktin?'' diye sorarsa, ben de onu kendi uslubuyla yanıtlacağım: “İşten güçten ancak fırsat bulabildim!''

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

ABC Kitap Haberleri

Her insan öldürür sevdiğini!
Polisiye edebiyat mercek altında
Bülent Arınç’ın yeni kitabı
Nadir Kitap ve kitantik’e erişim engeli
Demirtaş'ın Leylan'ı şimdi D&R raflarında