Şiddet, kimlik ve kötülüğün sıradanlığı

Şiddet, kimlik mücadelesi ve alışkanlıklar üzerine bir fikir yazısı...

Yazar: Rüzgâr Peyami

Şiddeti türlere ayırmak, o şiddete, maruz kalmayanların gözünde meşruiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramaz.

Kadına şiddet, hayvana şiddet, Kürtlere şiddet, siyahilere şiddet..

Bunların hepsi sakıncalı ifadeler. Şiddet, eşitsiz iktidar ilişkilerinin bir sonucudur. Bunu engellemenin tek yolu eşitsizliği ortadan kaldırmaktır. Eşitsizlik var olduğu sürece şiddet kılık değiştirerek her zaman yeniden yaratılacaktır. Şiddet zaten güçlünün güçsüz üzerindeki, çarpık sistemden kaynaklı zor kullanma ‘hakkını’ kullanma durumudur.

Şöyle düşünülürse çok rahat kavranabilecek bir durum bu; bir yerde bir kişiye güçlü bir kişiye güçsüz tanımlaması yapılabiliyorsa orada birinin diğeri üzerinde kurduğu egemenlik görülebildiği için bu tanımlama yapılabiliyordur.

Sonuç olarak, şiddeti ayrıştırmayı bırakıp şiddetle mücadele etmek gerekiyor. Şiddete sebep olan olguları yok etmedikçe şiddeti yok edemeyiz.

Dişi ötekilik imgesi: İstanbul Sözleşmesi örneği

“Bir kimlikte ısrar ederek kapitalizme meydan okuma girişimleri kapitalizmin hakimiyetini çökertmeye yaramaz.”

İstanbul Sözleşmesi hakkında yazılanları okuyorum. Önümde birkaç gazetecinin köşe yazısı ve sıradan çinko karbon yurttaşların sosyal medya paylaşımları var. Aklıma bir süre önce başlatılan “tersine dünya” akımı geliyor. Evrenselliği bir kenara koyarak, kendilerini dişil kimlikleri üzerinden kabullendirmek isteyen insanları hayretle izliyorum.

“Özgürlüğümüzü keşfetmemiz ancak kimliğin tesellisinden vazgeçmekle olur”

McGowan’ın bu sözleri, derinlemesine düşünülmemiş bir toplumsal hareketin sonuçlarının ne kadar korkunç olabileceğine dair ipuçları barındırıyor. Simone de Beauvoir, dişi ötekilik imgesi olarak tanımladığı ve bugün ‘kadın kimliği’ olarak adlandırılan kimliği terk etmenin zorluğundan bahsediyor. Beauvoir, dişil kimliğin ayartıcı istifalarının kadınlara ataerkil sistem içerisinde verilen tek simgesel destek olduğunu savundu. Bunu yalnız dişil ötekilik değil, etnik ötekilik imgesi üzerinden de tanımlamak mümkün. Böylece bir kadın olarak dişil kimliğini, sözgelimi bir Kürt olarak etnik kimliğini yahut bir eşcinsel olarak cinsel yönelim kimliğini benimseyerek toplumsal bir tanınma içerisinde olunabileceğine inanır birey.

“Eğer bu kimliği benimsersem tanınırım, reddedersem dışlanırım” düşüncesi ise özgürleştirici bir düşünce olmaktan ziyade otoritenin -feminist hareket bağlamında ataerkinin- onu tanıması ve dolayısıyla o belirlenen tanımlamaların mahallinde kalmakla sonuçlanır.

Bir kimliğin var olabilmesi, bir ötekinin onu tanımasıyla mümkündür. Eğer ki bu kimlik egemen kimlik değilse, o zaman egemenlerin tanıması sayesinde var olabilir. Demek ki kadınların dişil kimliğini öne çıkarması ve bununla kabullenilmek istemesi, egemenlerin onu tanıması talebine çıkıyor.

Öyleyse, yapılması gereken, özgürleştirici değişim hedefi gereğince tüm sınıfların özgürlüğünü, yani kapsayıcı olan işçi sınıfının özgürlüğünü savunmaktır. Yani, evrenselliği tanımak gerekiyor. Tanımlanmış kimliğine karşın evrensellik ilkesini savunmak elimizdeki yegâne çözüm. McGowan’a göre, evrensel olan egemenin sahip olamadığı şeydir. Demek ki, evrensellik, hiçbir dış gücün öznelere kendini dayattığı bir örnekte bulunamaz. Çünkü evrensel olana sahip olmak imkânsızdır. McGowan, evrenselliği benimsemekten çekinmeyi, kimliğin tesellisinden mahrum olmaktan ileri geldiğini savunuyor. Çünkü Beauvoir’nın dediği gibi, kimliğini reddederse dışlanacağından korkuyor birey. Oysa evrensellik, gerekli yabancılaşmamızın kabul edilmesini gerektirir.

Kimlik hareketlerini düşünürken, bir kadının kadın hakları için yahut bir Kürt’ün Kürt hakları için, bir eşcinselin eşcinsel hakları için mücadele etmesini yavan buluyorum. Bu mücadeleler, içeriğinde bir eşitlik veya özgürlük talebi barındırmıyor. Aksine, bir tahakküm talebi barındırıyor. Kendi ezilmişliğini gidermek için mücadele eden insan, bir başka ezilmişlik için mücadele etmiyorsa; egemen olduğu takdirde de ezici güç olmaktan çekinmez.

Demek ki sözkonusu kimlik mücadeleleri, bir eşitlik talebi içermiyor. Eşitlik, tanımı gereği ötekiyle aynı düzlemde konumlanması gereken bir kavramdır. Oysa kimlik mücadelesinde, kendine tanımladığı kimliği önplana çıkaran bir hareket, bu aynı düzlemde buluşmaktan yoksun kalıyor. Eşitlik gibi özgürlük de evrensel değilse gerçek bir özgürleşme olamaz. Evrensel olanı talep etmediğimiz bir hareket, ne özgürlükçü ne de eşitlikçi bir yapıya sahip olamıyor.

Kötülüğün sıradanlığı

Kadın cinayetleri, çocuk istismarları gibi haberlerin yapılmasına iktidar hiçbir dönem tepki göstermemiştir. bugün de görüyoruz ki bu haberler iktidar medyası tarafından da çarşaf çarşaf basılıyor.

Birçok gazeteci de bu haberleri yaparak iktidarı suçlayabildiğini sanıyor. Oysa cinayetlerin, istismarların sistemin doğalında meydana gelen kötülükler olduğunu gösteren haberler yasaklanır ve bu gazeteciler yok edilmeye çalışılır.

Yanma korkusuyla bu yakıcı alana dokunmak istemeyen gazetecilerin ömür boyu kadınların ölümünü, çocukların istismarını duyurmaya mahkûm olması gibi; sadece bu cinayet ve istismarlar gerçekleştiğinde ses çıkaran, çocuklar için aileye "Sizi suçlamıyorum ama.." cümleleri kuran, kadınlara "Seni suçlamıyorum ama.." diyen ve bununla birlikte yaşananları meşrulaştıran insanlar da bu ağırlıkla yaşamaya mahkûmdur.

Hanefi Avcı'nın Haliç'te Yaşayan Simonlar kitabının başında aktardığıyla bitirmek istiyorum:

İstanbul'da görev yaptığım 1992-1996 yılları arasında görev yerim Gayrettepe'deydi, evimiz ise Ataköy'de. Her gün akşam geç saatte özellikle saat 23.00 sularında Gayrettepe'den çıkıp evimize giderken Haliç'ten geçiyorduk. Haliç o zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu, tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum. Koku gelmesin diye burnumu parmaklarımla kapatmama rağmen Haliç'ten gelen hafif bir koku bile midemi bulandırmaya yetiyordu. Haliç'ten geçmek benim için bir ölümdü, daha yaklaşmadan Ok Meydanı'nda burnumu kapatmam gerekiyordu, ta ki tüneli geçinceye kadar. Fakat Haliç'in etrafında yaşayan insanlara bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı piknik yapıyordu, bu kötü kokudan sanki hiç rahatsız değillerdi. Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki, kötü bir ortamda bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar ve bu ortamın çirkinliğini göremiyorlardı. Ne kadar kötü ve sağlıksız bir ortamda bulunulursa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına yaramıyordu.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İlgili Haberler

'Maskesi burnunu kapatmıyor' diye polislerce darp edildi!
'Katil sadece Musa Orhan değil!'

ABC Kritik Haberleri

100. Yıl törenleri ve Cumhuriyet'i sahiplenme
Merve Dizdar, teşekkür konuşmasında Erdoğan'a övgüler sıraladı, ne olurdu?
Mitingi kalabalık göstermek için hangi hileleri deneyip yakalandılar?
İşte 4 Şubat 2022 tarihli Resmi Gazete'deki karar
Atatürk, İnönü, Özal ve Demirel'in cumhurbaşkanlığı geçerli değil mi?