Son dönemde Süleyman Soylu ismini sık sık Mehmet Ağar, derin devlet ve Ergenekon ile aynı cümlelerde görüyoruz.
Bazı gazeteciler ısrarla Soylu’nun Mehmet Ağar’ın adamı olduğunu veya Ergenekon hesabına hareket ettiğini anlatıyor.
Durum gerçekte böyle mi?
Derin devlet bugün Süleyman Soylu’ya mı yatırım yapıyor?
Bu sorulara cevap verirken parçaları yerli yerine koymak gerekir ki en sonunda anlamlı bir bütün elde edebilelim.
Öncelikle bir tasnif yapmak icap ediyor.
Öncelikle devleti, derin devleti ve derin devletin bileşenlerini birbirinden ayırmak gerekiyor.
Toptancılık bizi genellikle yanılgıya götürür.
İkinci tasnifi de Süleyman Soylu’nun hayatına ilişkin yapmamız lazım.
Bu ilişkileri, Soylu’nun AKP’ye katılmasına kadarki süreç ve sonraki süreç olarak ikiye ayırmak zorundayız.
Çünkü ortada iki ayrı Süleyman Soylu, iki ayrı dönem var.
Aksi takdirde ezberlere ve şablonlara yenik düşeriz.
Bunun için önce Süleyman Soylu-Mehmet Ağar, sonra Süleyman Soylu-Ergenekon ilişkisine bakmamız gerekiyor.
Daha sonra da Soylu’nun beyin takımına, bu beyin takımının tarihteki ve devletteki izdüşümlerine göz atmak gerekecek.
Sonra bu izdüşümler ve yaşanan gelişmeler üzerinden güncel bir okuma yapacağız.
“Acaba derin devlet Süleyman Soylu’ya mı yatırım yapıyor?” sorusuna cevap vermeye çalışacağız.
*****
Süleyman Soylu-Ağar ilişkisine girerken, bir önceki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.
“Soylu’nun kökleri, ailesi ve ilk siyaset yılları”başlıklı o yazıyı bitirirken Süleyman Soylu’nun 2002’de DYP İstanbul il başkanlığını bıraktıktan sonra 2008 yılında DP lideri oluncaya kadar partiden içeri adımını atmadığını yazmıştım.
O yıllar arasında partinin genel başkanı Mehmet Ağar’dı.
Soylu, Ağar’ı hiç sevmiyordu. Onu Menderes’in emaneti olan Kırat’ın süvariliğine hiç ama hiç yakıştıramamıştı. “O orada olduğu müddetçe ben bu partiye ayak dahi basmayacağım”demişti. Öyle de yaptı.
Peki neder Ağar’a bu kadar muarızdı?
Yöntemlerini sevmediği gibi eskiye dayalı bir husumet de vardı aralarında.
Bu husumetin kaynağı ta 80’lerin sonu, 90’ların başına kadar dayanıyordu.
Kaynağı bizzat Süleyman Soylu’nun kendisi olan bu hikâye, çok ama çok çarpıcı.
Ağar o yıllarda İstanbul İl Emniyet Müdürü idi. Süleyman Soylu da DYP gençlik kolları teşkilat başkanı.
Ağar’ın DYP’den milletvekili seçilmesine henüz bir kaç yıl var.
İşte o tarihlerde Mehmet Ağar, parti il yönetimi ve gençlik kollarına müdahalelerde bulunuyor. Kendine yakın gördüğü bazı isimler için Süleyman Soylu’nun aleyhine çalışmalar yapıyor. Sürtüşme belli bir noktaya gelince devreye genç Süleyman’ın babası Hasan Soylu giriyor.
Devreye girmek dediysem, öyle centilmence bir müdahale değil bu.
Hasan Soylu, başkalarının yanında Ağar’a sille-tokat dalıyor.
Bir Karadenizli, hatta onun da ötesinde bir Of’lu olan Hasan Soylu, o sırada DYP Gaziosmanpaşa ilçe başkanı.
Süleyman Demirel’in çok sevdiği ve iyi görüştüğü partililerden birisi. O yüzden de sadece bir ilçe başkanı değil. Vaktinin çoğunu il başkanlığında geçiren ve il yönetiminde de etkili olan bir figür.
Belki bütün bunların ötesinde ve üzerinde, Hasan Soylu’nun çok ilginç bir başka özelliği daha var: 60’lı yıllarda Komünizmle Mücadele Derneği’nin İstanbul şube yöneticilerinden bir tanesi. Hem de daha 18 yaşında iken başlayan bir ilişkiden söz ediliyor.
Komünizmle Mücadele Derneği’nin neye tekabül ettiğini anlatmak gerekir mi bilmiyorum.
Belki genç okuyucular için bir kaç özet bilgi paylaşmak gerekebilir: Dernek ilk olarak 1940’ların sonunda kurulmuş olsa da asıl konseptine kavuştuğu hâl, bugünkü bilinen anlamıyla ilk kuruluş, NATO ile başlıyor. 1963 yılında İzmir’den başlayan ilk adım, daha sonra İstanbul’la birlikte bir çok şehre sıçrıyor.
Soğuk Savaş yıllarında NATO’nun Komünist Sovyetler’e karşı bütün Avrupa ülkelerinde kurdurduğu gizli yapılanmalar vardı. Türkiye’deki gizli ordunun adı da Özel Harp Dairesi idi. İşte komünizmle mücadele dernekleri, bu ÖHD bünyesinde teşkilatlandırılan ve adeta onun bir şubesi gibi çalışan bürolardı.
Antikomünizm o zaman resmî ideolojiydi.
Devletin himayesinde yarı-resmi kurumlar, ocaklar, dernekler, mücadele birlikleri açılıyordu. Bunların tepesinde genellikle devletle irtibatlı kanaat önderleri bulunuyordu.
Devlet, o zaman bir strateji olarak komünizme karşı milliyetçi unsurlarla birlikte özellikle dini cemaat, tarikat ve grupları örgütledi. Bu çerçevede Hizmet Hareketi lideri Fethullah Gülen de genç yaşında Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucularından birisi olmuştu. Bunu, Küçük Dünyam isimli biyografi kitabında şöyle anlatıyor: “Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi Erzurum’da bizim gayretlerimizle açıldı. Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençleri Caferiye Camii önünde topladık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti.”
Gülen, o sırada henüz 20’li yaşlarının başındaydı. İskenderun’da askerliğini yaparken hava değişimi izni alarak Erzurum’a gitmiş, orada bu dernekle ilgili ilk çalışmalara başlamıştı. Askerliğinin ardından Bekir Berk’le birlikte derneği kurdular.
Bediüzzaman Said Nursi’nin avukatı olarak ün yapmış olan Bekir Berk’in asıl şöhreti, 50’lerin başından itibaren komünizmle mücadele hareketlerinin sembol ismi olmasıydı. TBMM bünyesinde kurulan Komünizmle Mücadele Komisyonu’nun üyelerinden biri olan Berk, Komünizme Karşı Mücadele isimli dergiyi de çıkarmıştı.
Bu aslında sadece ne Gülen’in ne de Bekir Berk’in dahil olduğu bir süreç. Genel olarak İslami bütün kesimlerin ve sağın hikayesindeki kesişim noktalarından birisi burasıdır. Milli Görüş’ten Milli Mücadele’ye, Aydınlar Ocağı’ndan Milli Türk Talebe Birliği’ne sağdaki belli başlı bütün hareketlerin kaynakları oralara dayanıyor. Mesela Recai Kutan da İsmail Kahraman da Komünizmle Mücadele Derneği’nde yöneticilik yapmış Siyasal İslamcılar’dı.
27 Mayıs darbesinin ardından cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, adı geçen bu derneğin fahri başkanıydı.
O zaman adı Milli Emniyet Hizmeti olan MİT’in, Komünizmle Mücadele Fonu vardı ve buradan bazı kuruluşlar ve isimlere paralar dağıtılıyordu. Bütçenin asıl sahibinin Amerika olduğunu ise söylemeye gerek yok sanıyorum.
Derneğin bazı mensupları Emniyet siyasi şube ile, MİT’le ve askeri istihbaratla irtibatlıydı.
O yılların antikomünist iklimi içerisinde Türk sağı, devletle özdeşleşmiş, devletin mütemmim bir aparatı olarak işlev görmüştü.
****
O döneme, bir sonraki bölümde Soylu’nun beyin takımını incelerken yeniden ve daha teferruatlı bir şekilde geçiş yapacağız.
Biz şimdi tekrar Hasan Soylu’ya dönelim.
İşte böyle bir yapılanma içerisinde genç yaşında sivrilmiş olan Hasan Soylu’nun, o sırada İstanbul İl Emniyet Müdürü olan Mehmet Ağar’ı tokatlaması, camia içerisindeki yerini anlamamız açısından önemli bir sembolik veri sunuyor.
Bu sembolik göstergeyi daha da anlamlı kılan parça, Ağar’ın Hasan Soylu’ya hürmet gösterip hiç bir saygısızlık yapmaması. Hatta ondan özür dilemesi.
Fakat Süleyman Soylu, Ağar’a karşı daima mesafeli oldu.
****
Partinin 2002 yılında baraj altında kalması ile birlikte Tansu Çiller bırakma kararı almıştı.
Aralık 2002’de yapılan kongrede Süleyman Soylu, Mehmet Ağar’ın adaylığına sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Ağar’ın karanlık sicili nedeniyle Menderes-Bayar çizgisinin devamı olan DYP’ye genel başkan olamayacağını savunuyordu.
Bu nedenle karşısındaki aday olan İlhan Kesici’yi destekledi.
Fakat Ağar, ilk turda ezici bir çoğunlukla seçildi ve koltuğa oturdu.
Bu, Süleyman Soylu için büyük bir hayalkırıklığı idi.
“Bu adam bu partinin başına geçerse bir daha buradan adımımı atmam” demişti ve sözünde durdu.
****
22 Temmuz 2007 seçimlerinde DYP yüzde 5,6 oy alınca Mehmet Ağar’a da istifa yolu göründü.
Bunun üzerine Süleyman Soylu tekrar partiye dönme kararı aldı.
Önce ‘Beyaz Yürüyüş’ adını verdiği bir hareket başlattı. Partiyi tekrar asli kodlarına ve demokrasiye döndürme hedefine atıfla böyle bir isim vermişti.
52 ili gezerek delegelerden tek tek destek istedi.
Normalde 2007 Kasım ayında yapılması planlanan olağanüstü kongre, Mehmet Ağar’ın girişimleriyle ertelendi.
Bu kez o, Soylu aleyhine kongre süreçlerine müdahil olma kararı almıştı. Partiyi Soylu’ya bırakmak istemiyordu.
Önce Hüsamettin Cindoruk’un kapısını çaldı ve liderlik teklif etti. Aday olmayı kabul ederse kendisini destekleyecekti. Fakat Cindoruk kabul etmedi.
Ağar bunun üzerine akademisyen Çağrı Erhan’a teklif götürdü. Erhan, adaylığı kabul etti. Toplam 16 adayın yarıştığı olağanüstü kongrenin iki iddialı ismi vardı: Çiller’in desteğini arkasına almış Süleyman Soylu ile Mehmet Ağar’ın desteklediği Çağrı Erhan.
6 Ocak 2008’de yapılan kongrede, geçerli 800 oyun 529’unu alan 39 yaşındaki Süleyman Soylu, genel başkanlık koltuğuna oturdu.
Böylece rövanşı almış oldu.
Ağar da o gün hem resmî olarak hem de fiili olarak DYP macerasına nokta koymuş oldu.
****
Çiçeği burnunda DP Genel Başkanı, kongreden aylar sonraki bir röportajında, “Benim Ağar’la hiçbir ilgim yoktur, bu saatten sonra hiçbir ilgim de olmayacaktır.” diyecekti.
Bu kadar keskindi.
“Ağar’ın siyasetinin hiçbir noktasını kabul etmiyorum. Genel başkanlığa aday olduğunda eleştirdim. Seçilince parti kongresinin aldığı karar gereğince sustum ve kendi irademle dışarıda kaldım.” vurgusu yapıyordu.
Gel gör ki ikilinin yolları yıllar sonra Saray’ın koridorlarında birleşecekti.
Halef-selef olarak Kırat’ın süvarisi olmuş bu iki ismi yeniden birleştiren kişi, Recep Tayyip Erdoğan oldu.
Mehmet Ağar şu anda Saray’da ofisi olan bir adam. AKP liderinin en önemli müttefiklerinden. “Bugün için Erdoğan’ın arkasında durmak milli bir görevdir” şeklinde konuşuyor. Oğlu Tolga Ağar da AKP Milletvekili.
“Erdoğan ezeli ve ebedi başkandır” diyen Süleyman Soylu da basamakları bir bir tırmanıyor.
2015 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduğunda onu ilk ziyaret edenlerden birinin Mehmet Ağar olduğu yazılmıştı.
Bu bir şey ifade eder mi?
Ya da ne ifade eder?
Yazı dizisinin ilerleyen bölümünde bu soruya dönüş yapacağız.
***
Gelelim Ergenekon meselesine…
Süleyman Soylu, DP çatısı altında siyaset yaptığı uzun yıllar boyunca ısrarla Menderes ve Bayar’ın mirasından söz etti.
27 Mayıs, onun için de büyük bir travmaydı. Hep bu tarihin etkisi altında büyümüş, siyasete de 12 Eylül‘ün gölgesi altında başlamıştı.
Askeri vesayet ve derin devlet, Süleyman Soylu’nun uzak durduğu, her fırsatta eleştirdiği ve siyasette varlık sebebi olarak gösterdiği karşıt unsurlardı.
O yılları hatırlayalım: AKP etkisi ile merkez sağda sert ayrışmalar yaşanmıştı. Gerek ANAP gerekse de DYP’nin muhafazakar tabanı AKP’ye; seküler kanatları da CHP’ye kaymaya başlamıştı.
Süleyman Soylu da muhafazakar kanattandı ve DP lideri olmasının ardından parti içerisinde bir diğer kanatla mücadeleye girişti. İşte o kanada, ‘Ergenekoncular’ deniyordu. Kurmayları, “Ergenekoncularla canla başla mücadele ediyoruz” diyordu.
Soylu ve ekibi, Süleyman Demirel-Hüsamettin Cindoruk-Mehmet Ağar üçlüsünün kıskacı altındaydı.
Bilhassa aynı tarihlerde başlayan Ergenekon operasyonlarının kesif psikolojik ortamında, bu tasnifler çok daha kolay yapılır olmuştu.
Soylu, açık bir şekilde Ergenekon operasyonlarına destek verirken Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk ikilisi kat’i surette soruşturmaların karşısındaydı.
İki Süleyman, iki ayrı DYP, iki ayrı ekol, iki ayrı anlayış karşı karşıyaydı.
DP’nin genç lideri, 27 Mayıs da dahil olmak üzere darbelerin Ergenekon işi olduğunu düşünüyordu.
“28 Şubat da, 12 Eylül de, 12 Mart da, 60 darbesi de Ergenekon tipi örgütlenmelerin yaptığı işlerdir. 1960, 12 Eylül ve 28 Şubat tipik bir Ergenekon’dur. ” tespiti yapıyordu.
…Ve doğal olarak 27 Mayıs’la da diğer darbelerle de hesaplaşmanın yolunun, Ergenekon ile hesaplaşmaktan geçtiğine inanıyordu.
“Ergenekon örgütü iktidarı milletten alma girişimidir, her yerde izi var. Devlet yıpranmıştır, bu haliyle adım atamaz. Bir numaraya ulaşılmazsa, bu davanın başlangıcıyla sonu arasında fark olmaz. Ergenekon davası darbeleri de içine alan tarihî hesaplaşmanın önünü açmalı, Türkiye’nin karanlık dönemleri aydınlatılmalı.” diyordu.
İktidarı yeteri kadar kararlı olmamakla, ikircikli davranmakla ve operasyonları kendi siyasi hesapları için sulandırmakla suçluyordu.
“Milletim adına, çocuklarım adına geleceğim adına savcı Zekeriya Öz’a müteşekkirim.”şeklinde net ifadeler kullanıyordu.
O dönem ben de kendisi ile Ergenekon konusunda bir röportaj yapmıştım. Zaman’a manşet olan bu röportajında, Ergenekon operasyonlarının sonuna kadar gitmesi gerektiğini savunuyordu.
****
Süleyman Soylu, 367 krizi, 27 Nisan e-bildirisi ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ‘Ergenekon etkisi’ olduğunu söylüyordu.
Mehmet Ağar’la karşı karşıya geldiği bir diğer dönemeç de burasıydı.
Bilindiği üzere Mehmet Ağar’ın DYP’si ile Erkan Mumcu’nun ANAP’ı, 367 krizinde Meclis’teki oylamaya katılmamışlardı.
Merkez sağın resmî ölümünün gerçekleştiği bu olay, yakın tarihin en önemli kırılma noktalarından birini teşkil ediyor.
Ağar ve Mumcu’nun o gün Meclis’teki oylamaya katılmaması ile ilgili çok şey yazıldı, söylendi.
İki lidere gelen telefonlardan, tehditlerden ve siyaseti dizayn çalışmalarından çokça bahsedildi.
İşte Süleyman Soylu, o karar dolayısıyla da Mehmet Ağar’ı sert bir şekilde eleştiriyordu. Partinin Meclis’teki oylamaya katılması ve sivil siyasetten yana tavır alması gerektiğini savunuyordu.