Ali Haydar Nergis / Yaşar Kemal diyarında ortaokul yılları...

Ali Haydar Nergis

[caption id="attachment_120453" align="alignnone" width="690"] ’’Duvarın dibinde resmim aldılar/ Ak kâğıt üstünde tanıyın beni...’’[/caption]

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kadirli Ortaokulunda,

beni okumaya ve yazı yazmaya

yönlendiren Türkçe öğretmenim

Sevgili Hatice YAZGÜL’e..

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1968’li yıllar…

Kadirli’de, yazlık Yeni Sinema ile Zafer Sineması aynı caddenin üzerinde, karşı karşıyaydı. Yeni Sinema’nın, hafta sonlarında, kadınlarla öğrencilerin iki filmi  25 kuruşa izleyebildikleri bir de kapalı bölümü. ‘’Kışlık’’ adı verilen, havalandırması olmayan bu bölümden kan, ter içinde çıkardık. Sinemacılar, daha fazla izleyici çekebilmek için, bir Yılmaz Güney filmi ile bir aşk filmini birlikte oynatırlardı. Ben, o yıllarda, Yılmaz Güney’ i Torpido Yılmaz, Çirkin Kral, Seyyit Han, Yedi Dağın Aslanı, Alageyik filmleriyle tanıdım…

Öğrencisi olduğum Kadirli ortaokulunda en iyi arkadaşlarım; Gavur Ali’nin oğlu Mustafa ile yakın köylümüz Lütfü idi. Mustafa,  “kabadayı” görünmeye meraklı biriydi. Lütfü ile beni bir kenara çağırır,’’ Bakın kardaşlıklar, size yamukluk eden biri olursa, bana söyleyin yeter, gerisine karışmayın!’’ derdi. İkisinin de evleri, yanında okuduğum Cemile ablamla aynı mahalledeydi. Okula üçümüz birlikte gider, sinemalarda Yılmaz Güney filmleriyle harmanlanmış aşk filmlerini birlikte izlerdik. Biletleri kontrol edenler Mustafa’nın arkadaşları olduklarından, çoğu zaman para da ödemezdik. Aşk sahnelerinden tanıdığımız Sevda Ferdağ, Suzan Avcı, Muhterem Nur, Sevinç Pekin, Semiramis Pekkan, Feri Cansel gibi kadın oyuncular, ergenlik yıllarımızın vazgeçilmezleriydi…

Romantik jönlerden öğrendiğimiz sözleri, yollarda, parklarda yaşıtımız kızlara satmaya çalışırken bazen gülünç durumlara düşerdik. Çünkü, kızlar da aynı filmleri izlemiş olurlardı. Ediz Hun, Kartal Tibet, Ayhan Işık numaralarını yutmazlardı.

Ben, köyden yeni gelmiş bir Yılmaz Güney tutkunuydum. Bir defasında, ot yığınlarının üzerinde, Yılmaz Güney gibi perende atmaya çalışırken kendimi yerde bulmuş, günlerce bel ağrıları çekmiştim..

Okul yönetimi, ders çalışmamıza engel olduğu gerekçesiyle, sinemaya gitmemizi hoş karşılamazdı. Sinemadan çıktığımızda, din dersi öğretmenimiz  ’Paytak’ı kapıda bekler bulurduk. Çocukluğunda felç geçirdiği için ayaklarını sürüyerek yürüyen ’Paytak’, bizi bir kenara çeker, adlarımızı, sınıflarımızı not eder, okul idaresine bildirirdi. Sabah içtimasında adları okunanlar kendilerini disiplin kurulunda bulurdu. Bereket, okul müdürümüz Cahit Yücel iyi bir insandı. Ceza verdirmez, her defasında öğüt ve nasihatlerden sonra bizi sınıflarımıza yollardı.

2.

Eniştem, Çukurova’da Âşık Cemali adıyla saz çalıp söyleyen bir halk ozanıydı. Fazla bir eğitimi olmamasına karşın, TÖS’lü (Türkiye Öğretmenler Sendikası) solcu öğretmenlerle arkadaşlık eder, akşam eve kucak dolusu  dergi, gazete ve kitaplarla gelirdi. Okula başladığımda, beni uzaktan akrabası olduğunu söylediği Türkçe öğretmenim Hatice Yazgül’le emanet etmişti. Hatice öğretmenimin gözü üzerimdeydi. Beğendiği kitapların, yazarların adlarını verir, okul kütüphanesinden alıp okumamı isterdi. Bir gün, evinden getirdiği kalın bir kitap verdi bana, ’’ Al, bunu okuduktan sonra geri getir!’’ dedi.Yaşar Kemal adını, İnce Memed’i ilk o zaman tanıdım. Hatice öğretmenim, kitaplarla yetinmiyor, ’’Radyo dinle, gazete, dergi de oku, dünyadan haberin olsun!’’ diyordu. Sürekli kompozisyon ödevleri veriyordu bana. Hafta sonlarında evlerine çağırıp, büyük bir halk bilgini olan babası Şemik Hasan’ın anlattığı Çukurova masalların, ağıtlarını dinletir, not etmemi isterdi.

Yıllar sonra, İstanbul’da, bir ziyaretim sırasında Yaşar Kemal sormuştu::

‘’ Kadirli’ye de gidiyor musun hiç? Şemik Hasan, Kasap Hoca ölü mü, sağ mı? ‘’

‘’ Şemik Hasan yaşıyor, kızı ortaokulda Türkçe öğretmenimdi.. Kasap Hoca öldü!  Sevenleri, mezarı türbe haline getirdiler. Mezarında adaklar adanıp kurbanlar kesiliyor…’’

‘’Allah rahmet eylesin, gerçekten de evliya gibi bir adamdı Kasap Hoca; beni linç edilmekten kurtaran kişidir!’’

‘’ Hikâyeyi biliyorum, sizi evinde saklayıp linç olmaktan kurtarmış!’’

‘’Nereden biliyorsun?’’

‘’Şemik Hasan anlatmıştı…Kızı Kadirli  ortaokulunda Türkçe öğretmenimdi, evlerine gidip gelirdim..’’

‘’ Hiçbir ekleme yapmadan Şemik Hasan’ın ağzından anlat bakalım, nasıl  hik^ye etti:’’

( ‘’… Softanın teki, kalabalık bir yerde, bir gün Yaşar’la karşılaşıyor, ‘Allahını seven vursun komüniste!’ diye bağırıyor! ’Komünistlik nedir, niçin vuralım elin adamına?’ diye soran yok. Baltayı, nacağı kapan koşuyor!. Yaşar önde, onlar arkada kovalıyorlar!.Yaşar, kendisini Kasap Hoca’nın evine zor atıyor!,’Kasap Emmi, öldürecekler, kurtar beni!’ diyor. Kasap Hoca, Yaşar’ı evin çatısına sakladıktan sonra silahını alıp balkona çıkıyor. Kapının önüne 40-50 kişi birikmiş. ’Ver o komünisti bize, parçalayacağız onu!’ diye bağırıyorlar! Kasap Hoca,’Bir kuş, kendini bir çalıya atarsa, o çalı, o kuşu korur. Bir adım beriye geleni vururum!’  diyor. Havaya ateş açıyor! Kalabalık, bağırıp çağırarak dağılıyor!.’’)

Yaşar Kemal, dinledikten sonra bir kahkaha atıyor:

‘’ Vallaha doğru, aynen öyle oldu! Ne de datlı anlatmış Şemik’im…’’

‘’Bir de kaybolan dana hikâyeniz var!....’’

‘’ Ben bilmiyorum, o nasılmış, anlat hele!’’

‘’ Köyünüz Hemite’de bir dananız kayboluyor. Sazlıkların arasında ararken, komşu köyden üç- beş kişi sizi kıskıvrak yakalayıp kollarınızı bağladıktan sonra,  Bir komonist yakaladık!’ diye bağırarak köylerine götürüyorlar. Herkes merakla sizi görmeye geliyor. Köyün en yaşlı kadını Eşe nine de, ‘’Kadasını aldıklarım, komonist nasıl bir şeymiş, hele gidip bir de ben göreyim.’’ diyerek yanınıza geliyor. Yüzünüzü inceledikten sonra, ‘Amanin, komonist yakaladık! komonist yakaladık!’ deyişin ben de başka bir yaratık sandım. Bu komonist dediklerinin de bizim gibi eli, ayağı, ağzı burnu varmış!’ diyor... Hatırlıyor musunuz böyle bir olayı? ‘’

Hayır! Böyle bir olay yaşamamış... (Aynı hikâyeyi, yıllar sonra İsveç’te karşılaştığım, Osmaniye, Çardak’lı arkadaşım İbrahim Çenet’ten de dinlemiştim.. Yaşar Kemal, Böyle bir olay yaşadığını anımsamıyor. Ama fark etmez, keyifli bir kahkaha atıyor yine; ‘’İşte halkın yaratıcı gücü bu! Destanlar böyle yaratılıyor!’’ diyor…

    Hatice öğretmenim, bir gün, ’’Cıngıllı Hoca’’yı izleyip yazıya geçirme görevi verdi bana…

    ‘’Cıngıllı Hoca’’, Kadirli çarşısında dolaşan, yaşlı, kimseyle konuşmayan, zararsız, sessiz, meczup bir kişiydi. Yaz, kış sırtından hiç çıkarmadığı paltosunun üzerine,  incik, boncuk, renkli düğmeler, armalar, araba markaları ve daha ne bulursa iliştirdiği için, ’’Cıngıllı Hoca’’ adını vermişlerdi. Esnaf tarafından sevilen,  korunan bir kişiydi. Fırıncı bedava ekmek; manav domates,  esnaf giysi, ayakkabı verirdi. Düzgün bir evi, akrabası yoktu. Savrun Suyu’nun kenarında, Sülemiş Tepesi’nin eteklerindeki bir mağarada yaşıyordu..

    Hatice öğretmenim, ‘’Cıngıllı Hoca’’ yazımı çok beğenmiş, diğer sınıflarda kompozisyona örnek olarak okumuştu...

      !9 Mayıs Bayramı nedeniyle, ortaokul öğrencileri arasında bir ‘’Hikâye Yarışması’’ düzenlenmişti. Yarışmaya katılan hikâyeler,  okuldaki 5 Türkçe öğretmeni tarafından değerlendirilecek, derece alanlara kitap hediye edilecekti. Yarışmaya ben de katılmış, bir Kurtuluş Savaşı gazisinin yoksulluk içinde geçen hayatını anlatan ’’Yarımca Mustafa’’ adlı hikâyemle birinci olmuştum. Okulun Türkçe öğretmenlerinin imzaladıkları Honore De Balzac’ın ’’Vadideki Zambak’’ romanını armağan etmişlerdi bana..

        Bir gün, eniştemin, Çetin Altan’ın yazılarını okumak için eve getirdiği Akşam gazetesinde bir ilan gördüm. Tek sütun, çerçeve içinde, Türkan Şoray resminin altında şunlar yazılıydı: ’’ ARTİST YARIŞMASI- Siz de artist olabilir, filmlerde oynayabilirsiniz. Kısa özgeçmişiniz ve iki fotoğrafınızla birlikte 10 Lira gönderin, yarışmaya katılmaya hak kazanın. Filmlerde oynamak, tanınmış bir artist olmak şansı sizin de elinizde…’’  Birden kafamın içinde şimşekler çaktı! Kitap okumak, yazı yazmak uçup gitti aklımdan.Beklediğim fırsat doğmuştu işte!.İlanı defalarca okudum: ‘’.Yollayacağımız fotoğraflar, bir katalogda toplanıp film şirketlerine gönderilecek, beğenilenlere filmlerde rol verilecek…’’ Hemen artist olma düşleri kurmaya başladım. Başrollerinde oynayacağım filmlerde hangi yardımcı oyunculara yer vereceğimi belirledim. Filmlerimde, okul arkadaşlarım Mustafa ile Lütfü’ye de figüran rolü verecektim. Özellikle Mustafa, vurdulu, kırdılı rolleri çok iyi başarırdı. İşi biraz ilerletsinler, ilerde daha iyi roller de verirdim. Kavga sahnelerinde punduna getirip ağızlarını, burunlarını dağıtacağım gıcık oyuncuları gözlerimin önüne getirdim. Şu Danyal Topatan denilen herzeye acayip bozuluyordum. Filmde, rol gereğiı yumruk atıyor numarasıyla hergelenin  suratına indirecektim yumruğu!  Hele o Erol Taş! ‘Nedir o güzelim kadın oyuculara yaptığın kötülükler!’ diyerek ağzını, burnunu dağıtacaktım! Aşk sahnelerinin vazgeçilmez kadınları Sevda Ferdağ, Suzan Avcı, Feri Cansel, filmlerimde rol kapmak için etrafımda dolaşacaklardı. Durun bakalım hatunlar! Ben, güzel kadın görünce hemen yılışan o jönlerden değilim...  Yılmaz Güney gibi ilkeli, delikanlı bir artist olacaktım.....

        Beden eğitimi dersi öğretmenimiz istiyor diyerek eniştemden 20 Lira kopardıktan sonra, Uzun Çarşı’daki  Foto Stil’in   yolunu tuttum. Fotoğrafçı, konuyu anlamıştı. Beni, çekim yapacağı odaya aldı. Işıkları ayarladı. Ancak bir sorun vardı. Boyum gereğinden kısaydı. Artist dediğin, boylu, poslu olmalıydı. Fotoğrafçı, ışıkları bir sağdan, bir soldan ayarladı, ’’Seni bu boyla artist yapmazlar arkadaş!” diyerek acı gerçeği yüzüme karşı söyledi. Ancak, bulacaktı bir çaresini. .Ayağımın altına, karşıdan görünmeyecek şekilde bir tabure koydu, beni üzerine çıkardı. Böylece, boyumun fotoğrafta daha uzun görünmesini sağladı. Yarışmayı kazanıp film setine gidinceye dek kimse ayırdına varmazdı. Ondan sonrası  Allah kerimdi....

        Özgeçmişimle, vesikalık ve boydan çekilmiş fotoğraflarımı bir zarfın içine yerleştirip  postaneye koştum. 10 Liralık havale makbuzunu doldurup  uzattığım  yaşlı gişe memuru, “Evladım, her gün, senin kaç kişi bu adrese para gönderiyor. Sizi kandırıyorlar. Git, bu parayla iki sandık portakal al, otur evinde, ye! Parana yazık!“ dedi. Hiçbir engel beni yolumdan alıkoyamazdı. Görevliye,“Siz işinize bakın!”  dedim  buyurgan bir ifadeyle..Parayı ve  fotoğrafları gönderdim, başladım beklemeye..

        6.

        ’Paytak’ öğretmen, din dersinde, herkese namaz dualarını tekrarlatıyor, sıra bana geldiğinde zincir kopuyordu. Sıkıntıdan yüzüm, gözüm yara içinde kalıncaya dek kendimi zorlamama karşın duaları ezberleyemiyordum. Öğretmen, ders anlatırken benim aklım kayıp başka yerlere gidiyordu.Postadan beklediğim şu lanet olası yanıt da gelmedi bir türlü...Birden, ’Paytak’ ın, artistlerden, sinemadan söz ettiğini fark ettim. Dikkatimi ona yönelttim.

        “İçinizde, artist olmaya heveslenen maneviyatı bozuk kişiler var!’’

        (’Eee! Varsa var, sana ne!’) dedim içimden...

        “Böyle yolunu şaşırmış gafiller,  bu okulda da var!..”

        Daha dikkatle dinledim; bakalım kimmiş onlar..

        “Sizin bu sınıfınızda da var, böyleleri!”

        Hiç üzerime alınmadım,kimmiş onlar, diyerek etrafıma bakındım.

        “2448, tahtaya kalk!..”

        Birden kulaklarım uğuldadı. Benim sınıf numaramdı bu!

        Kara tahtanın önünde, yanaklarım al al, gözlerim yerde, kurbanlık kuzular gibi bekliyordum..

        “Şunun tipine bakın! Hiç artist olacak tip var mı bunda!”

        Arkadaşlarım kahkahalyla gülüyorlardı:

        “Haydi  bakalım koçum, bir Cüneyt Arkın numarası yap bakalım bize!”

        Kahkahalar, diğer sınıflara dek yayılıyor, pencereden bahçeye taşıyordu..

        O  anda Nigâr’ı aradı gözlerim....

        Nigâr, en ön sırada oturuyordu. Bir tek o gülmüyordu bana. Başını önüne eğmiş, üzüntü içindeydi!.

        “Haydi  oğlum, yap artık şu artistlik numarası!”

        Saçlarım kısacıktı. Yüzüm, güneş yanığı ve yaralar içindeydi. Kara, kuru ufacık tefecik bir köy çocuğuydum...

        ’Paytak’,  yanıma geldi. Kulağımı tuttu.Başımhavada döndürüp daireler çizdirdikten sonra bir tokat indirdi yüzüme! Bir tokat daha!

        Başım döndü, gözlerim kararmaya başladı!

        “Otur yerine sersem! ’’

        Cebinden not defterini çıkardı:’’:Sıfır!... Seni din dersinden  bütünlemeye bırakıyorum!..”

        Bütünlemeye kalmak dert değil de, köye döndüğümde babama, anneme nasıl anlatacaktım?  Bütünleme sınavına gelmek için babamdan yol parasını nasıl isteyecektim? Diğer derslerim iyiydi.Tembel bir öğrenci değildim.Din dersinden bütünlemeye kalmasam sınıfımı doğrudan geçip mezun olacaktım....

        Zil çaldı. Bahçeye çıktık.Arkadaşlarım, “Artist!…artist!” diyerek benimle alay ediyorlardı. Bir kenarda boynumu bükmüş, düşünüyordum... Eniştemin ve ablamın haberleri olmasın diye, artist yarışması için ev yerine okul okul adresimi yazmıştım.Yarışmayı düzenleyen kuruluş, ek masraflar için yeniden para  istemiş, gönderilen mektup  ’Paytak’ın eline geçmişti

          Ders yılının son günleriydi...

          Teneffüs bitmiş, ders zili çalmış, ayırdına varmamıştım.Okulun bahçesinde, bir incir ağacının altına oturmuş, başım önümde düşünürken, elimdeki çöple de toprağı karıştırıyordum.

          Birden tepemde ses:

          “ Zil çaldı, herkes sınıfa girdi, sen burada ne yapıyorsun?’’

          Başımı kaldırdım.O gün nöbetçi öğretmen Hatice Yazgül’dü.

          En çalışkan öğrencilerinden biriydim. Bu garip halime bir anlam verememişti.

          “ Sana soruyorum,  herkes derse girdi, sen burada tek başına ne yapıyorsun?”

          Verecek yanıtım yoktu.

          Yerimden fırlayıp sınıfa doğru koşmak için hamle yaptım!.

          “Dur bakalım, yanıt vermeden bir yere gidemezsin! Senin başında bir haller var! Söyle bana, ne oldu?’’

          Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım!

          ’’ Gel  bakalım benimle,  öğretmenler odasına gidelim; anlayalım bakalım neymiş derdin!. Ama, dur,  önce ders öğretmeninden izin isteyelim. ’’

          Sınıfımın kapısına geldik. Hatice öğretmenim kapıyı tıklattı. Matematik dersi öğretmenimiz  Mehmet Tapan’dan izin aldı. Öğretmenler odasına doğru giderken hıçkırıklarımı bastırıyor, gözyaşlarımı içime akıtıyordum!

          Hatice öğretmenim, beni sandalyeye oturttu. ’’İç şunu!’’ diyerek bir bardak su verdi:

          ’’ Anlat bakalım şimdi, ne oldu?’’

          Nasıl anlatacaktım?

          Boğazım düğümleniyor, hiçbir soruya yanıt veremiyordum!

          Teneffüs zili çalar çalmaz, sınıfta sıra arkadaşım Abdullah’ı çağırttı.

          Abdullah, polis sorgusundaki  itirafçı gibi öttü de öttü! Olanın, bitenin üzerine bir de kendisi ekleyerek anlattı. ’Paytak’ öğretmenin, beni din dersinden bütünlemeye bırakacağını söyledi...

          Hatice öğretmenim, hiç kızmadı. Hiç yorum yapmadı. Abdullah’ı dinledikten sonra:

          ‘’“Tamam, şimdi elini, yüzünü yıka, Abdullah’la birlikte sınıfına git!. Ben, din dersi öğretmeninle konuşurum.’’ dedi. Sınıfa gönderirken ardımdan seslendi:

          ’’ Bir yere kaybolma, okuldan sonra bizim eve gideceğiz!’’

          O gün, dersler bittikten sonra, evlerine doğru yürürken, yüzümü güldürecek müjdeli haberi verdi:

          ’’ Din dersi öğretmeninle konuştum, notunu düzeltti, seni bütünlemeye bırakmayacak...’’

          8.

          Aradan çok uzun yıllar geçti...

          Okul arkadaşım Gavur Ali’nin oğlu  Mustafa, başka bir kabadayı ile girdiği silahlı çatışmada öldürüldü!

          ‘’Cıngıllı Hoca’’, yaşadığı mağarada ölü bulundu. Boğarak öldürmüşlerdi. Çer çöpten oluşan eşyaları etrafa saçılmış, mağaranın çeşitli yerleri kazınarak gömü aranmıştı.

          Fikri, Finlandiya’ya gitti,orada restoran işleriyle uğraşmaya başladı..

          Bir yaz tatilinde ziyaretine gittiğimde Hatice öğretmenim, sohbet arasında, ’’ Sizin sınıfta, en ön sırada oturan Nigâr adlı, toparlak yüzlü bir kız vardı, hatırlıyor musun? O kız öldü!’’

          Sesimin titrediğini belli ettirmemeye çalışarak:

          ’’ Evet, hatırlıyorum Nigar’ı. Neden öldü, nasıl öldü?’’ diye sordum.

          Nigâr, gece uyurken soba zehirlenmesinden ölmüştü!...