Biz, devrimi ve Fideli çok sevmiştik...

Ali Haydar Nergis

1968li yıllardı…

Ankara Atatürk Lisesine başlamıştım. Ağabeyim ve yengem küçük dereceli birer memurdu. Yeğenlerim küçüktüler. Onlara bakmak için kız kardeşlerimden birinin de yanımızda kalması gerekiyordu. Altı nüfus… Maaşları yetmiyordu.Evde doğru dürüst soba bile yanmıyordu. Okuldan çıktıktan sonra soluğu Kızılayda alıyordum. Zafer Çarşısı, Kocabeyoğlu Pasajı; ardından Gökdelenin altındaki GİMA mağazası… Isınma yerlerimdi oralar…

Siyasi bilincimin yeni yeni oluşmaya başlıyordu. Anayasaya Saygı ve Mustafa Kemal yürüyüşlerine, TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) yürüyüşlerine katılıyor; Zafer Meydanında, Kurtuluş Parkında düzenlenen DEV-GENÇ (Devrimci Gençlik) mitinglerinde İlhan Selçuku, Muammer Aksoyu dinliyor; Siyasal Bilgiler Fakültesinde Muzaffer (İlhan) Erdostun düzenlediği eğitim seminerlerini izliyordum. Okul arkadaşım Mürsel ile Erdostun eğitim seminerline katıldığımız bir gündü. SBF anfisinde, sermaye sınıfları içindeki farklılıkları anlatıyordu: Büyük burjuvazi… Orta burjuvazi… Küçük burjuvazi… Konuşulanların yarısını anlıyor, yarısını anlamıyorduk. Seminer bitti. Mürselle Kızılaya doğru yürüdük. Kurtuluş Parkını geçtik. Bürokrat ve zengin aile çocuklarının okuduğu TED Ankara Kolejinin önüne geldik. Mürsel, birden kolumu tuttu, bahçede oynayan kolejli küçük çocukları göstererek, Muzaffer hocanın sözünü ettiği küçük burjuvalar bunlar olmalı… dedi.

Vietnam Savaşı devam ediyordu. Yürüyüş ve mitinglerde, Vietnamda, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi, Küba devrimini öven,"Bir, iki, üç!...Daha fazla Vietnam; Ernestoya bin selam" sloganlarını atıyor; Ho Chi Minh, Ernesto Che Guvavera ve Fidel Castoya sevgimizi haykırıyorduk…

Devrimci Gençler arasında pos bıyık uzatmak, asker parkası ve potini giymek, bele asker palaskası bağlamak modaydı. Pos bıyıklara Stalin bıyığı da diyorduk. Ulus, Çıkrıkçılar Yokuşundaki eskicilerden veya asker yakınlarından sağladıkları parkaları sırtlarına geçiriyor; asker potinlerini giyerek Kızılayda, fakülte önlerinde tur atıyorlardı. Henüz lisede okuyordum. Müdürümüz ülkücü Deli Veliydi. Bıyık bırakmam mümkün değildi. Hele şu lise bir bitsin, ilk işim bıyık uzatmak olacaktı. O günlerde Mamakta askerlik yapan bir akrabamdan edindiğim parkayı giyerek dolaşıyordum.

Sonradan, bu bıyık, parka, palaska ve postal modası ülkücülere geçti. Onlar, modayı on yıl, yirmi yıl geriden izliyorlardı…

 Bu asker parkası ve potinlerinin özel bir anlamı vardı.

Devrim yapacaktık; ama bu nasıl yapacağımızı doğru, dürüst bilmiyorduk.

27 Mayıs 1960 Devrimi askerler tarafından gerçekleştirilmiş, özgürlükçü bir Anayasa getirilmişti. Milli Demokratik Devrim ( MDD) çözgisini savunmak hakim görüştü. Bu düşünceye göre, devrimde ağırlıklı olarak askerler tarafından gerçekleştirilecek, gençler ve bürokrasiden oluşan aydınlar devrimde aktif rol alacaklardı. Fakülte salonlarında düzenlenen konserlerde, sesimizi Rahmi Saltukun sesine katıyor, Başı karlı yüce dağlar ne olur/ Asker ağam gelse yaralarım iyi olur türküleri söylüyorduk…

Türkiyede silahla gerçekleştirilecek devrimin  kuramı Aydınlık Sosyalist Dergi ve Proleter Devrimci Aydınlık(PDA) tarafından ortaya konuyordu. Mihri Bell ve Doğan Avcıoğlu, esas olarak asker ağırlıklı devrimin savunuyorlardı. Sonradan bu gruplardan ayrılan Doğu Perinçek ve arkadaşları, görüşlerini Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) aracılığıyla ortaya koyuyor; askerlerin öncülüğü yerine işçi ve köylülerin önderlik edeceği bir halk devrimini savunuyorlardı.

Başlangıçta Türkiye İşçi Partisi(TİP) içinde yer alan bu grupların ayrışmasından sonra, tek başına kalan TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, silahlı mücadeleyi reddeden Güler yüzlü sosyalizmi savunmayı sürdürdü.

Ortalarda  serseri mayın gibi dolaşmanın bir alemi yoktu. Kendime bir grup seçmem gerekiyordu. Siyasi görüşlerim henüz netleşmediği için, hangi grupta yer alacağımı bilemiyordum.

Bir gün yine Kızılayda dolaşırken, Piknikin önünden bulvara çıkılan köşede kalabalık bir gençlik grubuyla karşılaştım. Kızlı, erkekli Sloganlar atıyor, bağıra, çağıra İşçi-Köylü gazetesi satıyorlardı. Yanlarına yaklaştığımda, içlerinden biri, bana sormadan gazeteyi uzattı. Almakta çekingen davrandığımı görünce, paran yoksa, al, oku, paran oluca ödersin! dedi. Gazeteyi aldım, birinci sayfadaki resim ve yazılara baktım. Resimlerde, güçlü pazulu, pala bıyıklı; ellerinde orak, çekiç, tırpan taşıyan işçi ve köylü vardı. Kolları güçlü işçiler, bileklerindeki zincirleri koparıyorlardı. Resimlerin üst yanında yer manşet ise çarpıcıydı:

Çizmeli, kamçılı beyler

Çarkınızı kıracağız

Güvendiğiniz iktidarı

Bir gün mutlak yıkacağız!

Köyden kente yeni gelmiştim. Yazı ve resimler bana hitap ediyordu.

Gençler, gazeteyi satıp bitirinceye kadar yanlarında durdum. Bana İşçi- Köylü gazetesini veren gencin adı Gün Zileliydi. Adımı, nerede okuduğumu sordu. Şu anda yapılacak bir işin yoksa bizimle gel, arka sokakta büromuz var. Bu akşam İstanbuldan İbrahim arkadaş gelecek, önemli şeyler konuşacağız dedi. Onlar hangi gruptu, İbrahim kimdi, bilmiyordum. Peşlerine takılıp gittim. Adakale Sokağındaki eski bir apartmanın ikinci katındaydı büroları. Binanın alt katında Başkanlığını Prof. Muammer Aksoyun yaptığı Türk Hukuk Kurumu vardı.

Salonun ortasındaki masanın üzerinde, gazete satışından dönenlere ekmek arası peynir dağıtıldı. Bana da verdiler. Böylece aç karnımı da bedava doyurdum. O sırada zayıf bir genç girdi içeri. Bir kaynaşma oldu birden, herkes yanına gitti, sarıldı. Salonda çoğunluğu oluşturan memur çocuklarının aksine, yeni gelen genç, yüzünde derin güneş yanığı izleri taşıyan çekingen bir köylü çocuğuydu. Boynunda atkı, başında bir köylü kasketi vardı. Bu, İbrahim Kaypakkaya. dedi Gün. Sonra, köşede oturan başka birini gösterdi, Bak, o da Doğu Perinçek arkadaş diyerek tamamladı sözlerini. İbrahim, İstanbulda, fabrikalardaki işçi direnişlerini anlattı uzun uzun... Ardından, devrimi nasıl gerçekleştireceklerine ilişkin bir tartışmaya girdiler. İşçiler, köylüler örgütlenecek, kırlardan kentlere doğru bir halk savaşı başlatılacaktı. Nefesimi tutmuş, onları heyecanla dinliyordum…

Sonra, kızlı erkekli sesi sese katarak hep birlikte türküler söylediler:

Hayali gönlümde yadigâr kalan

Bir yanım deryada çalkanır şimdi

On beş yoldaşıyla boğulup ölen

Bir yanım deryada çalkanır şimdi

Radyo türkülerinin çoğunu biliyordum. Ancak, bu türküyü ilk kez duyuyordum.

Gün, açıkladı; Hakim sınıflar tarafından, Karadenizde tekneleri batırılarak boğdurulan Türkiyenin ilk devrimcilerinden Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ağıdı bu!

Nazm ile zindanda gün be gün biri

Söyletir dilsizi, ağlatır körü

Sağ yanım çürüyor, sol yanım diri

Bir yanım deryada çalkanır şimdi

Türkünün havasına çabuk girdim, nakaratlarına katılmaya başladım.

Yaralarım tuz içinde kanıyor

Uyku basmış ela gözler sönüyor

Bir yanımda Suphi, Nejat ölüyor

Bir yanım deryada çalkanır şimdi

Zaman su gibi akıp geçmişti, eve geç kalmamam gerekiyordu. Gün, arka odadaki kütüphaneye götürdü beni. Burada daha çok Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Arnavutluk Devlet Başkanı Enver Hocanın kitapları vardı. Fidel Castronun söylevlerinden oluşan Fidel Castro Konuşuyor kitabı yeni çıkmıştı. Raflarda onu aradım, yoktu. Ayrılırken, Gün, birkaç küçük el kitapçığı verdi, Yerimizi öğrendin, okuduktan sonra getirip bırakırsın. dedi. Verdiği yayınlardan biri Leninin Devlet broşürüydü.  İlk  Devlet tanımını orada, ayaküstü, o kitapçıktan öğrendim:

 Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve tahakküm aracıdır.

Dışarı çıktım. Serin bir Ankara akşamıydı. Birlikte söylediğimiz türküyü mırıldanarak yürüdüm. Konuşulanları aklımdan geçirdim. Kendi kendime planlar yaptım. İşçileri, köylüleri örgütleyecek, kırlardan kentlere doğru bir halk savaşı başlatacaktık. Ben de doğduğum yörede, bir gerilla komutanı olabilir, Katarası, Belbaşı, Akçal köylülerini örgütleyip, Bozgüney ve Şar Köyü üzerinden Tufanbeyli ilçe merkezini ele geçirebilirdim. Sonra da Sarız ve Göksün savaçılarıyla birleşebilir, Binboğa Dağları  eteklerinde bir kurtarılmış bölge ilan edebilirdik. Yalnız, Canımı sıkan bir durum vardı. Bütün bunları yapmak için boyum biraz kısaydı. Sonra kendime teselli bir teselli buldum. O zamana dek boyum da uzardı elbet. Ayrıca, boy, o kadar da önemli değildi. Önemli olan kafaydı. Lenin de, Sovyet devrimini kısacık boyuyla gerçekleştirmemiş miydi? Ellerim parkamın cebinde bunları düşünerek Sıhhıyede, Orduevi kaldırımına geçerken arkamdan keskin bir düdük sesi! İki inzibat yolumu kesti. Yasah hemşerim yasah! Sırtında asker parkasıyla dolaşamazsın! diyerek parkayı sırtımdan sıyırıp aldılar. O akşam titreyerek döndüm eve...

 ***

Kitap alacak param yoktu. Okuldan sonra Kızılaya çıkıyor. Kocabeyoğlu Pasajıın ikinci katındaki Erdal Öze ait Sergi Kitabevine uğruyor, yeni çıkan sol kitapları inceliyordum. Fidel Castro Konuşuyor kitabı kapının hemen girişindeki görünen bir yere koymuşlardı. Her gün gidiyor, kitabı alıyor, beş, on sayfasını okuduktan sonra yerine bırakıp çıkıyordum. Üç, dört gün üst üste gidince, kasada duran Erdal Özün dikkatini çekmiş. O gidişimde, kitabı açmış, tam kaldığım yerden okumaya başlamışken Erdal Öz yanıma geldi., gülümseyerek, Merhaba! dedi. Kitabı hızla kapatıp yerine koydum. Yüzüm kıpkırmızı oldu. Kitabı bedava okumak istediğim için kızacağını düşündüm. Erdal Öz, yumuşak bir sesle, Kaç gündür seni izliyorum. Öğrencisin galiba. Kitabı al, eve götür, okuduktan sonra geri getirirsin! dedi. Fidelin kitabını yerinden alıp bana uzattı. Utanarak aldım. O hafta sonunda okuduktan sonra götürüp geri verdim... Küba devrimi ve Fidel Castronun adını andıkça, bir çok şeyle birlikte bu anımı da anımsarım. Erdal Özle uzun yıllar sonra İstanbulda, Gazeteciler Cemiyetindeki bir toplantıda karşılaştığımızda, anımsattım. Gülümsedi yine, Demek ki bir faydamız olmuş! dedi.

12 Mart 1971 darbesinden sonra Mahir Çayan ve arkadaşları, Kızılderede öldürüldü. Deniz, Yusuf Hüseyin idam edildi. Doğu Perinçek grubundan ayrılan İbrahim Kaypakkaya, !2 Mart darbesinin işkencecileri tarafından katledildi!

Türkiyenin devrimcileri, Chenin, Fidelin adını Mahir, Deniz ve İbrahimlerle birlikte andı. Onlar, aynı evin çocukları, ailemizden birileri gibiydiler.

Ömrümüzün balıydı o yıllar.

Biz, devrimi Che ve Fideli çok sevmiştik...

ali.nergis@gmail.com