1977 yılının sonlarına doğruydu. O güne dek yayın hayatını dergi olarak sürdüren Aydınlık, günlük gazete olarak çıkma hazırlıkları içindeydi. Gazete merkeziyle birlikte Ankara bürosu oluşturulmuş, çalışacak muhabirler belirlenmişti. Parlamentoda görev yapacak muhabirin sarı basın kartı sahibi olması gerekiyordu. Daha önce Rüzgârlı Sokağındaki gazetelerde çalışarak basın kartı edindiğim için, bu görev bana verildi. Gazeteye ilk adımımı attığımda, beni Merhaba! diye karşılayan çelebi, aydınlık yüzlü kişinin adı Doğan Yurdakuldu.. Büroda, benden başka Nuri Çolakoğlu, Baki Özilhan, Armağan Anar, Melih Kutlar, Leyla Güz, Hamdullah Yanık, Ayşe Dönmez, Sündüs Haşar, Kenan Nacır ve Mehmet Yeşil çalışıyordu. Doğan Yurdakul, yazar kadrosunda yer alıyordu.
Ankaranın Meşrutiyet Caddesinde, yüksekçe bir apartmanın beşinci katındaki Aydınlık Gazetesi bürosunun apartman boşluğuna bakan arka odalarının birinde oturuyordu Doğan Yurdakul. Sabahın saat yedisinde işe geliyor, üzerinde uyuduğumuz koltuklardan, kanepelerden bizi uyandırıyor, masasına oturup yazı yazmaya başlıyordu. Yarı uykulu diğer odalara giderek bölünen uykumuzu tamamlamaya çalışıyorduk.
Gazetede parasız, pulsuz pir aşkına çalışan insanlardık. Çoğumuzun kalacak bir evimiz yoktu. İşçi veya bir devlet dairesinde çalışan evli arkadaşların yanında, bekâr evlerinde, gazete bürosunda uyuyarak geçiriyorduk gecelerimizi. Banyo yapmak için arkadaş evlerine gidiyorduk. Düzenli bir yaşantımız yoktu. Yeterince beslenemiyorduk. Üstümüz, başımız dökülüyordu. Grevlere destek veriyorduk, işçilerin toplusözleşme haklarını savunuyorduk. Kendimiz ise perişan bir haldeydik. Demirelin, Ecevitin Başbakanlık Konutundaki basın toplantılarına, yağmurlu havalarda çoraplarımın ıslandığı altı delik ayakkabılarla gittiğim günleri anımsarım. Ancak, bitmez, tükenmez umutlarımız vardı. Dişlerimizi sıkacaktık. Devrim olacaktı. O gün hepimiz rahat edecektik..
Doğan Yurdakul, arkadaşlarımızdan Leyla Güz ile evliydi. Armağan Anar kaynanasıydı. Onca yoksulluğumuza a karşın, gazetedeki akşam sohbetlerimizde aşktan, sevgiden söz etmeyi unutmazdık. Armağan Anar, Doğan- Leyla aşkını anlatmıştı bir gün:
Doğan, Leylanın okul arkadaşıydı. O yıllarda da bugünkü gibi sessiz, terbiyeli bir çocuktu. Sürekli bizim eve gelir, Leyla birlikte ders çalışırlardı. O zamandan anlamıştım ilerde evleneceklerini…
Sonra, Doğanın dedesi Mehmet Emin Yurdakulun, okul kitaplarına da giren, doğa sevgisini anlatan o güzel şiirini okumuştu ezbere:
SAKIN KESME
Ey hemşehri, sakın kesme! Yaş ağaca balta vuran el onmaz;
Bu kütükler Nice yıldır, hiç birine kervan gelmez, kuş konmaz
Bunları kes, o baltanla çürümüş ağaçları yere ser.
Bak, sizin köy şu yemyeşil koruluğun gölgesinde ne güzel!
Gönülleri açmadadır yaprakların arasından esen yel.
Yazık, günah olmazmı ki, çıplak kalsın bu zümrüt yurt, şirin yel.
Hem dünyada en birinci borç değil mi her kula,
Bir tohumu fidan yapmak, fidanı da bir orman?
Eğer böyle olmasaydı ne kalırdı oğula:
Mirasımı artır diye öğüt veren Atadan?
Sakın kesme! Her dalında bir güzel kuş ses versin.
Sakın kesme! Gölgesinde yorgun çiftçi dinlensin.
Sakın kesme! Şu verimli köye kanat, kol gersin.
Sakın kesme! Aziz vatan günden güne şenlensin..
İzlediğimiz olayla ilgili haberlerimizi yazdıktan sonra, Doğan Yurdakulun, salonun arkasındaki odasına gider, haberde yer almayan ayrıntıları anlatırdık. Doğan Abi, haberden köşe yazısına konu olacak püf noktalarını bulup çıkarırdı.
Aydınlık, çok zor ekonomik koşullarda yayın hayatını sürdüren, bağışlarla ayakta durmaya çalışan bir gazeteydi. Yemeklerimiz, büronun mutfağında, Armağan Anar, Leyla Güz ve Melih Kutlar tarafından pişiriliyordu. Yemeklik malzemelere para ödemiyorduk. Yurdun çeşitli yerlerindeki parti örgütlerinden fasulye, nohut, patates, soğan, tarhana ve bulgurumuz bağış olarak geliyordu. Bir gün, mutfağa gittiğimde, bir teneke kutu içinde üzüm yaprakları gördüm; Armağan Ana, bunlardan sarma yapın da yiyelim dedim. Armağan Anar bir kahkaha attı. Neye güldüğünü anlayamadım. Git, bunu Doğana da söyle!dedi . Saf bir şekilde Doğan Abinin yanına gittim, Abi, Partili arkadaşlar üzüm yaprağı göndermiş, Armağan Ana bize yaprak sarması yapacak sözünü duyar duymaz, Olamaaz! diyerek ayağa fırladı. Herhalde sarma yemeğini sevmiyor diyerek geri döndüm. Sonradan anladım ki, Doğan Abi, aksine yaprak sarmasını çok seviyormuş. Ancak, Armağan Ana evde ne zaman yaprak sarması pişirse, polisler gelip Doğan Abiyi götürüyorlarmış; yemek bir türlü kısmet olmuyormuş..
***
Aydınlıkta yaklaşık iki yıl çalıştım. 12 Eylül den kısa bir süre önce de ayrıldım.
Ağabeyimin bana taksitle aldığı daktilomu ve sevgili arkadaşım Battal Pehlivanın hediye ettiği fotoğraf makinemi götürmemin etik olmayacağını düşünüp bağış olarak bıraktım..
Yorgundum, çok yorgundum..
Bir süre dinlenmek için köye, annemin, babamın yanına gittim:
İşte o zaman, babam o kanatlı sözleri söyledi:
.. mına korum şehir hayatının. Tarlalarımız bize yeter. Gel, sana bir traktör, 300 de koyun alayım. Altınobadan, Koco Emminin cıncık gibi bir torunu var; onu da gelin getireyim. Tarlalarımızı ek, biç; gelin, koyunlarımızın sütünü sağsın, yoğurdunu yapsın; siz de yiyin, biz de yiyelim..
Annem de, Şehir kasabından kemik yalayan it, bir daha köye dönmez.Nefesini boşuna tüketme herif! karşılığını verdi babamın sözlerine..
Köyde fazla duramadım; işsiz, güçsüz, evsiz, barksız yeniden döndüm büyük kentin varoşlarına..
Tam o günlerde 12 Eylül darbesi oldu.
Sıkıyönetim tarafından, Aydınlık Bürosundaki bütün belge ve malzemelere el kondu.
Benim daktilom ve fotoğraf makinem de o eşyalarla birlikte gitti, yok oldu..
Doğan Abi, yurt dışına çıktı; Fransada on yıl siyasi sığınmacı olarak yaşadı.
Mutfaklarda bulaşık yıkadı, patates soydu, soğan doğradı..
Aldığı hapis cezalarının genel affa uğramasıyla geri döndükten sonra onu yeni hapislikler karşıladı.
Çok yıprandı, çok yoruldu.
Şimdi onun dinlenme zamanıdır.
Yanı başında şöyle bir tepsi dolusu yaprak sarması olsa..
Nasıl olsa alınıp götüremezler, tutuklanma korkusu yok artık.
Işıklar içinde uyu sevgili Doğan Ağabey!
Yıldızlar yoldaşın olsun.
Daha önce gidenlere selam olsun!