1978 yılında, Kahramanmaraş katliamının gerçekleştirildiği günlerdi. 19-26 Aralık günleri arasında süren olaylarda, Kahramanmaraşta, Alevi mahallelerine karşı başlatılan katliamda, 100den fazla kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralanmış; ev ve iş yerleri tahrip edilmişti. Katliamla ilgili bütün bulgular MHP ve Ülkü Ocakları üzerinde yoğunlaşıyordu.
MHP lideri Alpaslan Türkeş, kendilerini savunmak için TBMMde bir basın toplantısı düzenlyecekti. 12 Eylülden önce de günlük olarak yayımlanan Aydınlık gazetesinin parlamento muhabiri olarak basın toplantısını ben izleyecektim. Toplantı salonuna doğru ilerlerken, kapıda duran koruma polisi yolumu keserek, Aydınlık muhabiri olarak sen bu basın toplantısını izleyemezsin! dedi. Engellemeyi aşıp içeriye girmeye çalışıyordum. Kapıdaki itiş kakışı fark eden Milliyet gazetesinin parlamento muhabiri ve Parlemento Muhabirleri Derneği Başkanı Rafet Genç ile mesleğimin ilk yıllarında bana çok emeği geçmiş olan Anadolu Ajansı Parlamento Bürosu Şefi sevgili ablam Betül Uncular yerlerinden kalkıp geldiler. Onların çabaları da sonuç vermedi. Baktılar ki basın toplantısını izlememi sağlayamayacaklar, salondaki gazetecilere dönerek, Arkadaşlar, burada bir gazeteci arkadaşımızının görev yapması engelleniyor. Bu durumda biz de bu durumu protesto ediyor ve basın toplantısını terk ediyoruz! dediler. Anadolu Ajansı mikrofonlarını, TRT kameralarını topladı; bütün gazeteciler salondan ayrıldı. Geride, bir tek durumu Alpaslan Türkeşe açıklayacak BMM Basın Bürosu görevlisi Rıfat kaldı. Türkeş, o günkü basın toplantısını yapamadı. Parlamento Muhabirleri Derneği, daha sonra bir basın açıklaması yaparak protestosunu sürdürdü. Haber, devletin yayın organları Anadolu ajansı ve TRTden de yayımlandı.
Meirutiyet Caddesindeki Aydınlık bürosuna döndüm. Doğan Yurdakul, arka odaya çekilmiş günlük yazısını yazıyordu. O günlerde, MHPnin yayın organı Hergün gazetesi yazarı Taha Akyolla zorlu bir atışma içindeydi. Daha ben ağzımı açmadan, Dinle bakalım, şu cümle nasıl olmuş? diye sordu. Dinledim. Zaten öfkem burnumdan çıkıyor, İfadeler biraz daha sert olsun ağabey! dedim. Armağan Anar ile Merih (Kutlar), daktilolarının başından kalkmış, mutfakta, gazete çalışanlarına öğle yemeği hazırlıyorlardı. Mutfak, harekete sempati duyan köylüler tarafından gönderilmiş, patates, soğan, fasulye, bulgur, nohut, mercimek torbalarıyla doluydu. Salona yöneldim. Gazetenin Ankara Temsilcisi Nuri Çolakoğlu, bir eli şakağında, diğer eliyle yanından hiç eksik etmediği renk/ renk kalemlerle önündeki kağıda bir takım şekiller çiziyordu. Telaşlı hareketlerimden, bir olağanüstülük olduğunu fark edip hepsi etrafıma toplandılar. Yaşadığım olayı anlattım. Canları çok sıkıldlı!.. Tam o sırada çalan telefounu Nuri açtıi, bir süre konuştuktan sonra, Bir dakika, ilgili arkadaş burada, kendisiyle konuşun! diyerek telefonu bana uzattı. Arayan, Alpaslan Türkeşin Basın Danışmanı ve partini o zamanki yayın organı Hergün gazetesinin Ankara Temsilcisi Yaşar Okuyandı. Okuyan, davudi sesiyle hal, hatır sorduktan sonra, Bugün, Mecliste, Sayın Genel Başkan Alpaslan Türkeş ve bizim bilgimiz dışında, hiç onaylamadığımız tatsız bir olay yaşanmış. İlgili koruma görevlisini sert bir dille uyardık. Ben de sizden de, Genel Başkanımız Sayın Alpaslan Türkeş adına özür diliyorum! dedi.
Aydınlık gazetesi ile MHP arasında kanlı, bıçaklı günlerdi. Aydınlık, yayınladığı belgelerle, Kahramanmaraş Katliamının sorumlusu olarak MHP ve Ülkü Ocaklarını suçluyordu. O günlerde, ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Kontr- gerilla adlı gizli bir yapılanmadan söz ediliyordu. Birçok general ve üst rütbeli ordu görevlisi ile MİT elemanlarının fotoğrafları çarşaf çarşaf Aydınlıkta yayımlanıyor, yazılan haberlerde, NATOya bağlı Gladyo örgütüne bağlı olduğu öne sürülen bu yapılanma ile MHP ve Ülkü Ocakları arasında ilişki kuruluyordu. Bülent Ecevitin ölümünden sonra incelenen özel arşivinde, Kahramanmaraş Katliamını gerçekleştirenlerin bazı dış bağlantıları da saptandı…
O koşullarda bile, görev yapmam engellendiği için, MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, Basın danışmanı Yaşar Okuyan aracılığıyla benden özür diliyordu. O günden sonra, MHP basın toplantılarının itibarlı gazetecileri arasına girdim. Her gidişimde, Yaşar Okuyan, benimle yakından ilgileniyor, o tatsız olayın izlerini silmeye çalışıyordu...
CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Adalet Partisinden(AP) ayrılan 11 milletvekili ile bir azınlık hükümeti kurmuştu. Enver Akova, bu hükumetin Toprak ve Tarım Reformundan sorumlu Devlet Bakanıydı. Düzenlediği Urfa gezisine ben de katılmıştım. Geziyi, MHPnin yayın organı Hergün gazetesinin 2 muhabiri de izliyordu. Akovanın Basın Danışmanı Süleyman Ukav ile Günaydın gazetesi muhabiri Bülent Denli, gezi sırasında kafalarında bir plan kurmuşlar. Urfada, gece kalacağımız otelde Hergün gazetesi mugabirleriyle beni aynı odaya vermişler. Bu, 12 Eylülden sonra, Kenan Evrenin, aynı koğuşlara yerleştirerek karıştır, barıştır yöntemiyle; devrimcilerle, ülkücüleri cezaevinde barıştırmanın küçük bir örneği gibiydi. Ben, bu ülkücü gazetecilerle aynı odada kalmamak iöin hık, mık ettimse de, otelde başka yer kalmadığını söyleyerek beni susturdular. O gece, ülkücü oda arkadaşlarımla gece yarısına dek tartıştık. Onlar da benim gibi tırnaklarıyla kazıyarak ekmeğini çıkarmaya çalışan yoksul halk çocuklarıydı. Bunlardan biri, sonradan çok iyi arkadaş olduğumuz, Turkısh Daily News ve Associated Press Ajansının foto muhabirliğini de yapmış olan Burhan Özbilicidir.Gezi bittiğinde, Günaydın gazetesi muhabiri Bülent Denli, Ankarada, o geceyi gülerek arkadaşlara şöyle anlatacaktı:
Aydınlık muhabiriyle Hergün muhabirlerini aynı odaya verdik. Gece sabaha kadar tartıştılar. Sabahleyin bir de baktık ki, Hergün muhabirleri Amerikan emperyalizmi ve Sovyet Sosyal Emperyalizmi! demeye başlamış...
Erzurum Mitingi, MHPnin, 12 Eylül 1980den önce düzenlediği son mitinglerinden biriydi. Erzurum Hava limanında uçaktan indik. Yaşar Okuyan iri cüssesi ve benim iki mislime yaklaşan boyuyla yanıma geldi, elini omzuma koydu; foto muhabirlerine dönerek,Arkadaşlar, şöyle hatıra bir resmimizi çekin! Resmin altına da, ülkücü bozkurtla, Maocu bozkurt yan yana diye yazarsınız! dedi. O günlerde, Mao Zedung düşüncesine yakınlığı ve MHP ile bazı fikir benzerlikleri nedeniyle Aydınlık çevresine Maocu bozkurt, MHPlilere de ülkücü bozkurt diyorlardı...
NECMETTİN ERBAKAN
Basın toplantılarını en keyifle izlediğimiz lider, Milli Selamet Partisi(MSP) Genel Başkanı Necmettin Erbakandı. 12 Eylül öncesinde, nerdeyse 3 ayda bir hükümet değişiyordu. Adalet Partisi, Milli Selamet Partisinin dışarıdan desteğiyle bir azınlık hükümeti kurmuştu. Erbakan Hoca, bu hükumetten memnun görünmüyordu. Hemen her hafta, düzenlediği basın toplantılarında masaya büyük bir kadayıf tepsisi koyuyor, Arkadaşlar, kadayıfın altı kızarmak üzeredir. Kadayıfın altı kızardığında, hühumetten desteğimizi çekeceğiz. Öküz ölecek, ortaklık bozulacaktır. diyordu. Her hafta aynı şov, aynı keyifli kahkahalar! Mübarek nasıl bir kadayıfsa, altı bir türlü kızarmak bilmiyordu.
Uzun yıllar sonra, Can Dündar, bir yazısında o günleri şöyle anlatacaktı:
Güneri Cıvaoğlu, geçenlerde bir yazısının satır arasında öyle bir anı aktardı ki, okuduğuma inanamadım.
Anlattığı anı 1980lere ait... O yıllarda, Demirelin azınlık hükumeti, Erbakanın kerhen desteğiyle sürüyordu. Hoca, kadayıf tepsili basın toplantılarında ,Kadayıfın altı kızarınca desteği çekeceklerini söyleyip duruyordu.
Ben de ozamanlar mesleğin ilk basamaklarında bir gazeteci olarak parti kapılarında sonuçsuz lider zirvelerini izliyor , acaba ne çıkacak Erbakan desteği ne zaman çekecek hükumet ne olacak sorularına yanıt arıyordum.
Sonra o tarihi görüşme kapıya dayandı. Başbakan Demirel, Erbakanla görüşecekti ve bu görüşme, hükumetin kaderini belirleyecekti. İki lider başbaşa bir odaya kapandılar. Ve bir gazeteci ordusu da kapıda beklemeye koyuldu. Tam üç saat süren bir görüşme maratonundan sonra, Demirel, bunalımın aşıldığını, Erbakanı ikna ettiğini, desteğin süreceğini açıkladı.
(....)
İşin aslı tam 15 yıl sonra ortaya çıktı. Bakın, Erbakan, 15 yıl önceki görüşmenin perde arkasını Güneri Cıvaoğluna nasıl anlatmış:
Aslında çok şey konuşmadık. Süleyman içeri girdi. Necmettin, çok yorgunum, şöyle bir uzanayım dedi. Odamda uzun bir kanape vardı. Ayakkabılarını çıkardı, uzanıp yattı. Biraz uyukladı. Sonra şurdan, burdan konuştuk. İki eski arkadaş, güzel bir sohbet ettik. Birkaç saat böyle geçti. Hay Allah razı olsun, biraz açıldım dedi. Ayakkabılarını giydi, öpüştük, çıktı.
Sonraki yıllarda avukatlık yapan Erbakanın basın danışmanı Şener Battal, samimi ve gazetecilerle sıcak ilişkiler kurabilen bir kişiydi. Şimdiki Akit gazetetsi yazarı Abdurrahman Dilipak da Erbakanın danışmanları arasındaydı. Ancak, soğuk yapısı nedeniyle meslektaşları tarafından sevilmeyen biriydi. MSP ve Erbakan ile ilişkilerimizi Şener Battal üzerinden yürütüyorduk. Bugün de insancıl yaklaşımlarını saygı ile andığım Şener Battal, bütün gazetecilerle dostça ilgilenir, onlara her konuda yardımcı olmaya çalışırdı. Bir gün, gülerek bana, Ali, sen bir de namaz kılmaya başlasan, tam bizim partiye göre bir adamsın! dediğini anımsıyorum...
Necmettin Erbakanla Doğu Karadeniz Bölgesinde bir geziye katılmıştık. Hoca, haberlerini özenle yazalım diye bize sıcak ilgi gösteriyor, özellikle bayan meslektaşlarımızla şakalaşarak iltifatlar yağdırıyordu. Akşam yemeklerinde bizi yakınındaki bir masaya oturuyor, biizimle uzun uzun sohbet ediyordu. Bazı arkadaşların, akşam yemeklerinde, bir kaö duble votka gibi rengi ve kokusu belli olmayan içecekler almalrına göz yumuluyordu. Bir akşam, bir de baktık ki, Erbakan Hoca, tarlayı, takımı ayırmış, gazetecilerin masasını kendisinden uzağa, ta kapının arkasına atmış. Önce hiçbir şey anlayamadık tabii. Nedenini araştırırken, bir de öğrendik ki, Bir önceki akşam, Hoca, bizimle sohbet ederken, densiz gazetecilerden biri, dalgınlığından yararlanarak onun önündeki su bardağını, votka bardağıyla değiştirmiş... Hoca, bardağı kafasına diktikten sonra işin farkına varmış. Erbakan, o gezi boyunca bir daha hiç yüzümüze bakmadı...
12 Eylül sonrasıydı. Gazeteciler, siyasi yasaklı olan Necmettin Erbakanla çok zor görüşüyorlardı.
Yazar Erol Toyun yönetiminde İstanbulda haftalık olarak çıkan Somut gazetesinin Ankara temsilcisi Gülşen Özbey, arkadaşımdı. Gülşen, Ankarada, Yaratım Sanat Galerisinin de sahibiydi. Günlerce uğraşmasına karşın, Somut gazetesi adına Erbakanla röportaj yapmak için randevu almayı başaramamıştı. Benden yardım istedi. Şener Battalı telefonla aradım. Konuyu biliyordu. İşin içinde sen varsan olur; ancak, röportaja birlikte gelin! dedi. Arkadaşımla, Hocannın Ayrancıdaki evine gittik. Ben bir kenarda röportajı sessizce izliyordum. Soru ve yanıtlar tamamlandı. Tam ayrılacağımız sırada, arkadaşım, Erbakana galerinin kartvizitini uzattı. Kartviziti inceleyen Hoca, birden kükredi, Hanımefendi, olmaz böyle şey; olmaaaz! Bakın buraya Yaratım Sanat Galerisi yazmışsınız.. Bu olmaaaz! Yaratmak , sadece Allaha mahsustur; lütfen bu adı değiştirin! İkimiz de, neye uğradığımızı bilemedik. Yanından ayrıldıktan sonra kahkahalar atarak uzaklaştık!...
BÜLENT ECEVİT
Politikadan önceki mesleği gazetecilik olan Bülent Ecevit, her zaman önce gazeteci, sonra politikacı olduğunu söyler, kendisini bizden biri olarak görürdü. Haberlere bir gazeteci gözüyle bakardı. Basın toplantılarında, söyleyeceklerini yalın Türkçesiyle tane tane anlatırdı. Gazetecilerin, çapraz sorularla, acımasızca en çok sıkıştırdıklarıı bir liderdi. Buna karşın, hiçbir soruya kızmaz, kaçamak yanıtla vermeye çalışmaz, gözlerinde ve yüzünde artan tikleriyle bütün konulara açıklık getirmeye çalışırdı.
Basın toplantılarına başlarken, hepimizin elini tek tek sıkar, bizlere başına sayın ekleyerek adlarımızla hitap ederdi. Yeni arkadaşlarlarla tanışmaya özen gösterirdi.
SÜLEYMAN DEMİREL
Süleyman Demirel de, çok renkli, ve gazetecilere karşı hoşgörülü bir liderdi. Haklarında zaman zaman çok olumsuz haberler yazılmasına karşın, hoşgörü, bütün liderlerin ortak özelliğiydi.
Demirel de, zaman zaman hakkında yazılan haksız haberlere kızmaz, zorunlu olmadıkça tekzip etmezdi. Kin tutmayan, kızgınlığını belli ettirmeyen bir liderdi. Kendisine en ağır eleştirileri yönelten gazetecilerle, en yakınındakiler arasında bir ayırım gözetmezdi. Basın toplantılarında, can alıcı soruları, Dün dündür, bugün bugündür, veya, Bana, ülkücüler de cinayet işliyor, dedirtemezsiniz! diyerek geçiştirmeye çalışsa da, gazetecileri azarlamayı,salondan çıkarmayı aklından bile geçirmezdi.
Bugünkü yandaş gazeteci tanımına uyan bir Güngör Yerdeş ağabeyimiz vardı. Adalet Partisi(AP) yanlısı Son Havadis gazetesinde çalışıyordu. Basın toplantılarında, Demirele yakın oturmaya, çanak sorular sormaya çalışırdı. Onun sorularını gülümsemeyle karşılardık. Sonra, Demirelin Güngör, artık yeter! şeklindeki ironik tepkisi gelirdi.
Basın Danışmanları Turgut Yılmaz Güven ve Tahir Zengingönül, parti haberlerini duyururken, bütün gazetelere ayırımsız davranırdı. Demirelin yurt içi ve yurt dışı gezilerine her görüşten gazeteci götürülürdü.
Tahir Zengingönülün gözüyle Aydınlık, şaka yollu komünist! gazete, ben de onunkomünist! muhabiriydim. Genellikle akşama üzerleri telefon eder, Komünist gazetenin, komünist muhabiri, yarın sabah bir haftalık yurt gezisine çıkıyoruz, sen geliyor musun? diye sorardı.
Süleyman Demirel, partili arkadaşlarına ve gazetecilere karşı vefalı bir liderdi. Bu özelliğini, sık sık ahde vefa sözleriyle dillendirirdi. Başbakanlık günlerinde bile, bir yakınını yitiren sıradan gazetecileri bile telefonla arar, başsağlığı dileklerini iletirdi.
Foto muhabiri arkadaşımız Yaşar Uçarın gıdıklanma tiki vardı. Metrelerce uzaktan elinizi ona doğru uzatsanız, Ananı! diyerek havalara zıplardı. Bu özelliğinden dolayı gazeteciler arasında hep şaka konusuydu. Bu huyu, Demirel dahil, bütün liderler tarafından bilinirdi. Bir gün, Demrel, önemli bir toplantıdan çıkıyordu. Ses kaydı almak, fotograg çekmek isteyen gazeteciler ona yaklaşmaya çalışıyordu. Bir ara Yaşar Uçar, Demirelin omuz hizasına geldi. Tam o sırada, bir gazetecinin hafifçe dokunmasıyla, Uçar, Ananı! diye bağırarak attığı bir omuz darbesiyle Demireli yana savurdu. Hepimiz buz kesildik! Merakla Demirelin vereceği tepkiyi bekliyorduk. Demirwl, hiçbir şey olmamış gibi toparlandı ve Çocuklar, rahat bırakın, dokunmayın Yaşarıma! dedi.
Demirelin, insanlarla bu sıcak iletişim kurma özelliğine çocukluğumdan beri bilirim. 1965-70li yıllarda, sayıları yaklaşık 40 bini bulan köy muhtarına her yılbaşı ve bayramlarda tebrik kartı gönerirdi. Babam, yılbaşı ve bayram günlerinde ilçeye gittiğinde cebinde Süleyman Demirelden gelen bir tebrik kartıyla döner, Bak, Demirel, bizi adam yerine koyuyor. Bana tebrik kartı göndermiş. Bizimkiler böyle şeyleri akıl edemiyor. diyordu. Sanırım, sadece bu yüzden, CHPli olmasına karşın, Demirele sempati duyardı. Bu sempatisi, 1972 yılında, Deniz, Yusuyf ve Hüseyinin idam edlmelerine dek sürdü. O günden sonra, Gencecik çocukları astırdı ya, gözümden düştü artık; siktir et, kalıbının adamı değilmiş! demeye başladı...
O GÜNLERDEN, BUGÜNE...
Yaşamın bir çok alanında olduğu giibi, gazeteci ve siyasetçi ilişkilerinde tuzun kokması, Turgut Özallı yıllarla başladı.
O yıllarda başlayan, yandaş , onlar ve bizler ayırımı gelişerek işi tetikçiliğe kadar ulaştı.
Hani, Recep Tayyip Erdoğan, eski günlerle bugünleri kıyaslarken, zaman zaman Neredeeen, nereye! diyor ya...
Gazeteci ve siyasetçi ilişkilerindeki bu günkü çürümüşlükleri gördükçe, gerçekten de; Nereeeden, nereye!...
ali.nergis@gmail.com