‘’Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün, sorarlar..’’
(Ruhi Su albümünden...)
Annem, bana kızdığında, ‘’Oğlum, sen adam olmazsın!’’ diyordu; ‘’sen de baban gibisin; kim şeyim hıyar, dese, bir avuç tuz alıp, karşı gidersin... ‘’
Sözleri kaya gibi ağırdı annemin; vurdu mu, oturturdu..
‘’ Eeee! Anne?’’ diyerek kışkırtıp sözlerini tamamlamasını beklediğimde, ‘’Dur daha, ‘ eee!’ sini de bir tamam söyleyeceğim sana!’’ deyip sürdürürdü:
‘’Adamın, haylaz mı, haylaz; yaramaz mı, yaramaz bir oğlu varmış... Çocuk, işe güce gitmez; davara, mala bakmaz; akşama dek zevzeklikle geçirirmiş günlerini..’’
Hikâyenin sonunu merakla beklerdim:
‘’Babası, her gün, ‘sen adam olmazsın,’ dermiş oğluna... Gel zaman, git zaman, oğul büyümüş, şehir okullarına gitmiş, okumuş; Mısır’a, astığı astık, kestiği kestik bir Sultan olmuş...Bir gün, babasının sözleri aklına gelmiş, ‘Yav’, demiş, ‘ben çocukken bizim sakallı ihtiyar bana, ‘sen adam olmazsın’, deyip duruyordu. Şunu huzuruma bir çağırtayım da görsün oğlunun nasıl büyük bir adam olduğunu…’ Emir vermiş, zaptiyeler, yaşlı adamı yakalayıp kıskıvrak bağladıktan sonra Sultan’ın huzuruna çıkarmışlar. Sültan, yüksekçe bir yerde, bacak bacak üstüne atmış oturuyor. Babası, elleri, kolları bağlı, karşısında ayakta duruyor.
‘’ Saygısız Sultan, ‘Baba’ sözünü dahi diline getirmeden söze başlıyor:
İhtiyar, sen bana, ‘adam olamazsın,’ deyip duruyordun, gördün mü şimdi, nasıl büyük bir adam olduğumu…’’
‘’Baba, boynunu bükmüş:
’Evladım, ben sana okuyup paşa, kadı, vezir, padişah olamazsın,’ demedim ki; ‘adam olamazsın’ dedim sadece ... Görüyorum ki, makamın büyümüş, malın, mülkün artmış, ama hâlâ adam olamamışsın...Eğer, adam olsaydın, babanı eli kolu bağlı halde, karşında böyle ayakta bekletir miydin?.’…’’
***
2600 yıl önce yaşayan Platon (Eflatun), şöyle demiş:
"Demokrasilerde, işsiz, güçsüz takımı devletin başına geçebilir. Bunların en tehlikelileri, ağzı iyi laf yapan, gündelik sorunlara pratik çözüm getirenlerdir. Bu kişiler, zenginlerden vergi toplar, bu paraları genellikle kendileri için harcar, bir kısmını da işsiz, güçsüz halk kesimine sus payı olarak dağıtırlar.Yeniden oligarşinin iş başına geçeceğinden korkan halk, kendine bunlardan bir koruyucu seçer. Tiranlık böyle doğar. Halkın başına geçen koruyucu, çoğunluğun kendisine kul, köle olduğunu gördüğünde, yurttaşlarının kanına girmeden edemez. Onu, bunu karalayıp suçlar, mahkemelerde süründürür. Kimini sürer, kimini öldürür. Böyle bir adam zorbalığa dayanan bir devlet yönetimi kurmuş ve artık zorba olmuştur.
Zorba, egemenliğini sürdürebilmek için sürekli şiddete başvurmak zorundadır.
Kendisinden akıllı, yetenekli, üstün nitelikli kimi görürse, bir yolunu bulup tasfiye eder.
Böylece halk yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş olur.
Zenginler tarafından özgürlüklerinin elinden alınacağından korkan halk, eli sopalı biri tarafından köle gibi yönetilmeye başlar.Özgürlüğünü kaybetme korkusu, ona köleliğin en ağırını, en belalısını getirmiştir..."
Platon (Eflatun), bunları M.Ö. 420’li yıllarda, yani, yaklaşık 2600 yıl önce söylemiş...
***
Bir gün, yaralı bir kuş, Hz. Süleyman’a gider, kanadının bir Derviş tarafından kırıldığını söyleyerek şikâyetçi olur.
Hz.Süleyman, Derviş’i çağırtır ve sorar:
*Bu kuş senden şikâyetçi, kanadını kırmışsın!’
Derviş, kendisini şöyle savunur:
‘’Efendimiz, ben bu kuşu avlamak istedim. Yaklaşırken benden kaçmadı. Yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de, teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. O anda kaçmaya çalışırken kanadı kırıldı.’’
Hz. Süleyman kuşa döner ve şöyle der:
‘’Bak, Derviş haklı görünüyor. Yakalamak için sana doğru gelirken neden kaçmadın? O sana gizli yaklaşmamış. Sen, kendini korumamışsın. Şimdi, kanadım kırıldı diyerek neden şikâyetçi oluyorsun?’’
Kuş, Hz. Süleyman’a şöyle demiş:
‘’Efendimiz, ben onu Derviş giysileri içinde gördüğüm için korkmadım ve kaçmadım. Avcı olduğunu bilseydim, hemen kaçardım. Derviş kimliğine bürünmüş kişilerden bana zarar gelmez, bunlar Allahtan korkarlar, diye düşündüm…’’
Hz. Süleyman, kuşun savunmasını haklı bulur ve ‘kısasa kısas’ kuralının yerine getirilmesini ister. ‘Kuş haklı, hemen Dervişin bir kolunu kırın!’ diye emreder.
Ancak, kuş bu karara itiraz eder:
‘’Aman Efendim, sakın böyle bir şey yapmayın!’’
‘’Neden?’’ diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş, şunları söyler:
‘’Efendimiz, siz şimdi Derviş’in kolunu kırarsanız, kolu iyileştiğinde yine aynı şeyleri yapar. En iyisi, siz, onun üzerindeki Dervişlik hırkasını üzerinden çıkartın!. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bir daha böylelerine kanmasın, aldanmasın...’’
***
Padişah, asmak için bahane aradığı demirciyi yanına çağırtır:
‘’Yarın sabaha kadar bana bin tane çivi yapacaksın. Yetiştiremezsen, sabah şafağında asılacaksın! ‘’
Bu günkü gibi, torna yok, tezgâh yok, zavallı demirci körük ateşiyle, bir günde bin tane çiviyi nasıl yetiştirsin!
Mümkün olmadığını bilmesine karşın, körüğünü kurmuş, közleri tutuşturmuş, demiri kızartmış, özene, bezene çivi dökmeye başlamış... Karısı, çocukları etrafına toplanıp ağlaşmaya başlamışlar. Demirci, sakin sakin çivi dökmeyi sürdürürken, bir yandan da, ‘’Üzülmeyin, sabahın bir sahibi vardır!’’ diyormuş.
Şafak vakti geldiğinde demirci sadece bir kaç yüz çivi yapmayı başarabilmiş…
Meydana büyük bir darağacı kurulmuş. Halk idamı izlemeye gelmiş. Demirciye idam gömleği giydirmişler. İpi boğazına geçirilmişler, tam ayağının altından tabureyi çekecekleri sırada, Saray’dan bir görevli koşa gelmiş:
‘’Durun! İdamı durdurun! Demirci kaç çivi yaptıysa hepsini verin! Padişah öldü, tabutuna çakacağız!... ‘’
(Bu yazı, 24 Ekim 2016 tarihinde ABC gazetesinde yayımlandı…)
ali.nergis@gmail.com