Sığınmacıya öğütler...

Ali Haydar Nergis

1961 Anayasasının özgürlükçü ortamını 1968li yıllarda, ortaokul/ lise öğrencisi olarak yaşadım.

Zamanın Başbakanı Süleymen Demirel,  başlangıçta, gençlik hareketleriini,  toplantı ve gösteri  yürüyüşlerini  hoşgörüyle karşıladı; Yollar yürümekle aşınmaz dedi. O yıllarda, bu sözleri  vurdumduymazlık şeklinde algıladık; içeriğini kavrayamadık.

Türkiye, gerçek demokrasi ve özgürlükleri o yıllarda yaşadı.

Ömrümüzün balıydı o yıllar...

12 Mart 1971 darbesi, her şeyi  alt- üst etti. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç,  darbenin gerekçesini açıklarken, Toplumdaki  sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçti dedi. Türkiye solunun üzerine buldozer  gibi geçildi. Darbecilerin Başbakanı Nihat Erim , devrimcilerin kafasına balyoz gibi indi.

Mamak zindanları... İşkenceler.. infazlar... idamlar!

1973 seçimlerinden sonra, Karaoğlan Bülent Ecevit, Necmettin Erbakanla ortak hükumet  kurdu.

Toplum, 12 Mart darbesinin yaralarını sarmaya başladı.

Göreceli  özgürlükleri  yeniden yaşanmaya başladık.

Ancak, Türkiyenin sol hareketi, 1968lerde kazandığı ivmeyi bir daha yakalayamadı.

Bugün, demokrasinin katledilmesini bön bön izleyen sermaye sınıfı, o günlerde Bülent Ecevitin can düşmanıydı. Üretilen mallar stoklanıyor, böylece hükumet zor durumda bırakılıyordu. Ülkenin her yanında benzin, yağ, şeker kuyrukları görülmeye başladı.Sermaye sınıfının anlı ve şanlı örgütü TÜSİAD, gazetelere verdiği çarçaf çarşaf ilânlarla Bülent Ecevit Hükümetini yıkmaya çalıştı.

Kanlı sağ- sol çatışmaları başlatıldı. Ülkesini sevmekten başka derdi olmayan gençler birbirine kırdırıldı. Sağ- sol çatışmalarında, Alpaslan Türkeş ile ABD ve CIA  arasındaki bağlantıyı kanıtlayan belgeler, ölümünden sonra Bülent  Ecevitin özel arşivinden  çııktı…

12 Eylül darbesinin etkisi daha ağır oldu. 650 bin kişi gözaltına alındı. 171 kişi sorguda ve cezaevlerindeki  işkencelerde öldü. 49 kişi idam edildi. Sıkıyönetim mahkemelerinde  230 bin kişi yargılandı...

Türkiye solu, yurt dışını, sığınmacılığı 12 Eylül darbesinden sonra tanıdı.Darbeden sonra, ölümden, işkenceden, hapis yatmaktan kurtulmak için yurt dışına kaçan 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. Okullarını, arkadaşlarını bırakıp gelen gençlerin büyük çoğunluğu, sudan çıkmış balığa döndü. Kapitalist ülkelerin dişlileri arasında heder oldular. İşsiz, kimliksiz , işlevsiz kaldılar. Ruhsal bunalım yaşayanlar, intihar edenler oldu...

12 Eylül öncesine ve sonrasına gazeteci olarak tanıklık ettim.

Darbenin gerçekleştirildiği gün, Selman Erdoğdu ve Remzi Dllan ile birlikte Akdeniz Haber Ajansının (AKAJANS) parlamento bürosunda çalışıyordum. Darbe sabahı Meclse giriş çıkışlar yasaklandı. Daktilolarımız  bürolarda mahsur kaldı. Mili Güvenlik Konseyi Genel Sekreterinin özel izniyle  zor alabildik.

Daha sonra, Nahit Durunun yönetimindeki Güneş Gazetesi Ankara Bürosunda çalışmaya başladım. Güzel işler gerçekleştirdik. Merhum arkadaşım Fendiye Kodalla birlikte Mamak Askeri Cezevindeki sağ ve sol tutuklularla röportajlar yaptık. Savcı Doğan Özün katili ülkücü İbrahim Çiftçi ile solcu öğretmenlerin meslek örgütü TÖB-DER (Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) Ankara  Şubesi Başkanı Ali Başpınarı iki kişilik koğuşa koymuşlardı. Kenan Evrenin Karıştır, barıştır konseptinin geçerli olduğu günlerdi. Bu dahiyane buluşa göre, aynı koğuşlarda yaşayan sağcı ve solcular  birbirleriyle  kaynaşacak, sağ-sol  böyle önlenecekti.

12 Eylül darbesinin de, 12 Mart darbesi gibi kolay atlatılacağını sanıyordum. Yanılmışım. 12 Eylül kalıcı oldu. 1983 yılında iktidara gelen Turgut Özal, Kenan Evren Anayasasından aldığı güçle 12 Eylül geleneğini sürdürdü. Özal, 1987 yılında seçimi ikinci kez kazandığında, artık bu ülkede yaşanmaz! diyerek ülkeyi terk etmeye karar verdim. 1987 yılının aralık ayında, vize alarak, T.C. pasaportumla İsveçe geldim. Bir süre turist olarak yaşadıktan sonra yerleşmeye karar verdim.

İsveçe gelirken taşıdığım psikoloji çok ilginçti. Tıpkı bugün yurt dışına çıkan gençler gibi, ülke ile ilgili karamsarlık ve umutsuzluk içindeydim. Hiçbir şeyin değişmiyor olmasına kızgındım. İsveçe yerleşecek, İsveçli  bir sarışınla evlenecek, bir daha da Türkiyeye ayak basmayacaktım.

 İlk yıllarım bu duygular içinde geçti...

Sonra, teyp kasetlerindeki gurbet havalarıyla hüzünlenmeye başladım. Her şey, Yunanistanlı ozan Konstantinos Kavafisin dizelerindeki gibiydi:

ŞEHİR

Yeni bir ülke bulamazsın

Başka bir deniz bulamazsın

Bu şehir ardından gelecektir

Sen aynı sokaklarda dolaşacaksın yine

Aynı mahallede yaşlanacaksın

Aynı evlerde ak düşecek saçlarına

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda

-Başka bir şey umma-

Bineceğin gemi yok

Çıkacağın yol yok

Ömrünü nasıl bitirdiysen burada, bu köşede

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de...

***

Başka bir ülkeye ait olmadığımı, olamayacağımı çok çabuk kavradım. İsveçte, bizim yaşadığımız sevdalar yoktu. Burada aşk da, evlilik ilişkisi de metalaşmıştı. İsveçli sevgilisinden ayrılan Türk arkadaşımın, o güne dek birlikte yaşadıkları evdeki  eşyalarını almasına yardım etmek için gittiğimde, kafama dank etti! Eşyalar, salonun ortasına toplanmıştı. Sehpaya elimi uzattığımda, arkadaşım, dokunma, sehpa Victoiaya ait dedi. Küçük televizyonu kucakladım, sesini çıkarmadı. Müzikçalara el atttığımda, onu da alma! dedi. İğneden ipliğe, evde herkesin  eşyası belliydi. Ayrılan, eşyalarını alıp gidiyordu.

Karşı dairede oturan  karı/koca  İsveçlilerin iki köpekleri vardı. Çıkıp dolaştırırken görüyordum onları. Bir gün, kadını parkta, tek köpekle  görünce endişelendim. Diğer köpeğe ne olmuştu acaba? Ölmüş müydü yoksa! Dayanamayıp sorduğumda şu yanıtı aldım:

Diğer köpek eşime aitti. Onunla ayrıldık; giderken köpeğini de birlikte götürdü...

İlleri var, bizim ele benzemez/ Dilleri var, bizim dile benzemez.. .

Aşklarında bağlılık, duygusallık, gözyaşı yok. Neyleyeyim ben böyle aşkı!

Birlikteliği, sosyal  bir gereksinme olarak görüyorlar. İşleri bittiğinde, arkalarına bakmadan bırakıp gidiyorlar... Eşi için, çocukları için saçını süpürge eden; hapisteki , askerdeki sevgilisinin yolunu gözleyen  kadınlar yok bu ülkede... En iyisi, kendi toprağından kara kaşlı, kara gözlü birini bulup getirmek diyeceğim,  ama, bizimkiler de geldikten sonra kabak çiçeği gibi açılıveriyorlar. Donanımsız olarak geldikleri bu ülkede İsveçli özgür kadına özeniyorlar.  Emek vermemişler, özümsememişler; özgürlük, üzerlerinde iğreti bir giysi gibi duruyor.

Derken, bir kitaptaki o tümceler alıp götürdü beni:

Somon balıkları, doğduktan sonra, sularını terk eder; uzak denizlere, okyanuslara giderlermiş. Oralarda uzun süre yaşadıktan sonra, yaşamlarının sonlarına doğru, tekrar doğdukları nehirlere döner ve kendi sularında ölürlermiş...

Buralı olamıyoruz. Eninde, sonunda dönecek ve kendi sularımızda öleceğiz. En azından, birçoğumuzun dileği , isteği bu...

Köprülerin altından çok sular geçti; döneceğimiz nehirler yerinde duruyor mu bakalım...

***

Şimdi de, akın akın yeni mülteciler geliyor.

Türkiyede darbe mi olacakmış, olmuş mu; bir şeyler anlatıyorlar...

Kürtler, Fetöcüler, Fetöcü olmadıkları halde, kalabilmek için Fetöcü görünenler...

En çok da üniversiteli gençler ilgimi çekiyor; sayıları da o kadar çok ki..

Ben böylesini hiç görmemiştim, bu gençler çok farklı.

İçlerinde Boğaziçi, Hacettepe, ODTÜ mezunları var.

Doktora yapmış olanlar, araştırma görevlileri var.

Gençlerin, öyle Fetöcülükle, metöcülükle de bir  ilgileri yok.

Ne işiniz var buralarda? diye soruyorum.

Yanıtları çok kısa ve düşündürücü:

Türkiyede kendileri için bir gelecek göremiyorlar artık...

Bir de, başlarını önlerine eğerek söyledikleri  bir şey var; en çok o içimi yakıyor:

Askere gitmek istemiyorlar...

Kendilerine ait olmayan bir savaşta ölmek istemiyorlar.

Gidip Suriye çöllerinde yok olmak istemiyorlar.

Geri dönün, kalmayın; buralar sşze göre değil.  diyorum:

Ne oralı, ne buralı olursunuz,

Dünyanız bölünür, iki arada, bir derede  kalırsınız... diyorum.

Sonra da, yine Atilla İlhanın o dizeleri dökülüyor dilimden:

Emperyal otelinde bu sonbahar

Bu camların nokta nokta hüznü

Bu bizim berhava olmuşluğumuz

Bir nokta bir hat kalmışlığımız

ali.nergis@gmail.com