Bir gelen var...
Koridordaki ayak sesleri yaklaşıyor. Berkin Elvan, kapının arkasında, bilyeleriyle oynuyor. Çift kanatlı kapı gürültüyle açılıyor.
İçeri gireni görüyor, bir çığlık atıyor Berkin: Tarık Akan geldi!... Tarık Akan geldi!.. Ali İsmail Abi, Tarık Akan geldi!
Herkes kapıya yöneliyor.Bir koşuşturma başlıyor.Tarık Akan, koşarak yanına gelen Berkin Elvana sarılıyor, yanaklarından öpüyor.Bilye oynamayı burada da terk etmemişsin, küçük terörist seni... diyor.Sonra, Ali İsmailin geldiğini görüyor. Sarılıp onu da öperken gözleri doluyor; Ethem Sarısülük, Apocan ve diğer Geziciler de buradalar mı? Hasretinize dayanamadım, bakın, ben de geldim!diyor.
Denizle Mahir kapıya yakın bir yerde duruyorlar. Sonra, Yusuf, Hüseyin, Sinan ve Kaypakkaya da geliyor yanlarına. Hep birlikte, bir marş söylüyorlar Tarık Akanı karşılarken:
Gün doğdu hep uyandık Siperlere dayandık Bağımsızlık uğruna Al kanlara boyandık.
Tarık Amca, ver çantanı ben taşıyayım diyor Berkin. Küçücük bir çanta almış yanına. İçinde diş fırçası, traş takımı, iki kitap, bir de pijamaları var; fazla eşye almamış.
Özgecan geliyor, canım Özgecan...Bir tepsiye doldurduğu çayları dağıtıyor, Hoş geldiniz Tarık Ağabey! diyor.
Tarık Akan,Uzun yoldan geldim, çay iyi geldi diyerek teşekkür ediyor Özgecana.
Hep birlikte salonun ortasına doğru ilerliyorlar..
Salondakiler şaşkınlık içindeler. Bu kadar erken beklemiyorlardı budavetsiz konuğu .
Önce Adile Naşit çığlık atarak geliyor Hababam Sınııfının Damat Feritini karşılamaya.. Ardından Kemal Sunal, Sadri Alışık, İhsan Yüce. Sami Hazinses, Danyal Topatan, Vahi Öz.. değil.
Yılmaz Güney, kollarını açmış bekliyor.Yüzünde her zamanki hüzünlü gülümsemesi var:
Gel bakalım Haydar Ali! diyor.
Haydar Ali Tarık Akanın, Kan filmindeki adı...
Hemen sinema ile başlıyorlar söze. Yılmaz Güney, müziklerini Ahmet Kayanın yapacağı bir film hazırlığı hazırlığı içinde. Oradakilerin hepsine filmde rol verecek. Senaryoda Tarık Akana rol yok. Şimdi, ona uygın bir rol bulmak gerekecek.
Yılmaz Güney, Erkanı çağırıyor, Haydar Aliyi gezdir, buraları tanısın biraz. Filmin çekileceği yerler hakkında bilgi ver! diyor. Bu Erkan, Endişe filminin Erkan Yüceli. Tarık Akana dostça sarılıyor. Hep o aceleci tavrı ileHemen başlayalım, çok işimiz var! diyor. r.
Dışarıya çıkıyorlar.Hava soğuk, kar serpiştiriyor.
Yanlarına iki kişiyi daha alıyorlar. Biriini tanıyor Tarık Akan. Elinde sazı olan kişi, bozkırın tezenesi Neşet Ertaş. Diğerini tanımıyor. Pos bıyıklı, aksi bakışlı yaşlı bir Kızılbaş.O da kim ola ki?
Bunlar neden bizimle geliyor?diye soruyor Tarık Akan.
Onların işleri var, yerlerine bırakacağız diyerek yanıtlıyor Erkan Yücel.
Liman gibi, havaalanı gibi bir yere geliyorlar.Atlayın araca! diyor Erkan Yücel. Ne aracı? Uçak desen, uçak değil; gemi desen, gemiye de benzemiyor.Üstü açık, motoru, kumanda odası olmayan, şimdiye dek hiç görmediği tuhaf bir araç. Birden havalanıyorlar. Işıklı, büyük bir tünele giriyorlar. Saatlerce yol alıyorlar.Uzun koridorlardan, karanlık tünellerden, denizlerden, yer altı mağaralarından geçiyorlar.Yanlarındakiler suskun.Tarık Akan, merakla etrafına bakınıyor. Erkan Yücel, gülümsüyor:
Zaman tüneli bu!.. Altı yüz, yedi yüz yıl gerilere gideceğiz şimdi...
Yıldızların, gezegenlerin arasından geçerek Anadoluda bir kasaba meydanına iniyorlar.
Göl kenarındaki bu kasabanın adı İznik. Sokakta dolaşan insanların belden yukarısı çıplak. Öküzlere bağlanmış kağnılar dolaşıyor kasaba meydanında.
Çardaklı bir evin salonunda, sedire bağdaş kurmuş yaşlı bir derviş oturuyor.
Birlikte yolculuk yaptıkları pos bıyıklı Kızılbaş aniden yerinden kalkıyor, araçtan iniyor, gidip onların meclisine katılıyor.
Sedirde oturan dervişi soruyor Tarık Akan.
Şeyh Bedreddin bu! Yedi yüz yıl gerilerdeyiz unutma!
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
«Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar.. (1)
Meclisteki konuşmalara birlikte kulak veriyorlar.
Şeyh Bedreddin, bütün insanların eşit olacağı bir dünyadan söz ediyor. Yarin gül yanağından gayrı her şey ortak olmalı! diyor.
Peki, bizden ayrılan o pos bıyıklı adam kimdi?
Erkan Yücel gülümsüyor:
O mu? O, Şıh Mamo, Torosların Binboğa kolundan, Sarız, Afşin yöresinden aksi bir Kızılbaş! Bedreddinin yolunu izleyenlerden. Bedreddinden altı yüz yıl sonar, diyar dolaşıp Sınırları kaldırın, çitleri yıkın!diyerek halkı isyana çağırıyor.
Gidelim artık! diyor Tarık Akan. Dur daha, Şeyh Bedreddinin asılma sahnesi var!
Yeniden araçlarına biniyorlar. Başka bir kasaba meydanına geliyorlar.
Burası neresi?
Burası Serez bakırcılar çarşısı...
Karanlık çökmüş her yana. Serez çarşısına yağmur çiseliyor.
Kadınlar; ak sakallı, nur yüzlü ihtiyarlar ağlaşıyor!...
Yapraksız, kupkuru bir ağaçta bir ceset sallanıyor;
Şeyh Bedreddini asmışlar!..
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.(2)
Erkanı kolundan tutarak sürüklüyor Tarık Akan:Hemen gidelim, uzaklaşalım buralardan!
Nereye gitseler, her yan, kan revan!
Bir ulu ozan.. Seyyid Nesimi... Hasır bir çulun üzerinde oturuyor. Güç anlaşılan eski bir Türkçe ile şiirler okuyor. Neşet Ertaş, sazını alıyor, o da terk ediyor onları. Gidiyor, Seyyid Nesiminin dizinin dibine oturuyor:
Ben Melamet hırkasını
Kendim giydim eğnime
Ar- u namus şişesini
Taşa çaldım kime ne
(...)
Sofular haram demişler
Bu aşkın badesine
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne
Önlerinde bir şarap testisi duruyor. Seyydi Nesimi, arada bade dolduruyor; birlikte içiyorlar.
Tarık Akan,
Bu devirde şarap ha! diyor.
Evet, ama bedelini çok ağır ödeyecek!
Gerisini biliyor Tarık Akan... Enel hak dediği için; Tanrı benim, ben tanrıyım; tanrı benim içimdedirdediği için, Seyyid Nesimi de, Hallac-ı Mansur gibi öldürüldü. Derisini yüzdüler. İbret olsun diye, cesedini parçalara ayırıp günlerce beklettiler...
Öfkeden dudakları titriyor TarıkAkanın:
Tamam, yeter; geldiğimiz yüz yıla dönelim artık!
Biraz daha buralardayız. Pir Sultanın yaşadığı yüzyıla geçmemiz gerekiyor.Orada da görmemiz gereken sahneler var..
Sivasta bir mahkeme kurulmuş.
Kadı, yüksekçe bir kürsüde oturuyor.
Karşısında, elleri, kolları zincirle bağlanmış, ama dimdik duran sakallı ihtiyarın adı Pir Sultan Abdal...
Kadı, yüzüne karşı onun suçlarını sıralıyor:
Kadıları, hırsızlıkla, haram lokma yemekle suçlamışsın!...
Pir Sultan, sağına, soluna bakınıyor:
Bana köpeeklerimi getirin!
Kangal kırması iki köpeği huzura alıyorlar. Köpekler, Pir Sultanı görünce yanına gidip ellerini, yüzünü yalıyorlar. Orta yere, biri haram, diğeri helal etle dolu iki çanak bırakıyorlar. Köpeklerin ikisi de, önce haram çanağa yöneliyor, koklamaya başlıyorlar. Köpeklerin haram eti yiyeceğini sanan Kadı, gülümsüyor. Pir Sultan da gülümsüyor. Ancak, onun gülümsemesinin anlamı başka. Köpekler, kokladıkları haram çanaktan uzaklaşıp helal çanaktaki eti yemeye başlıyorlar. O zaman şöyle diyor Pir Sultan:
Koca başlı koca kadı,
Sende hiç din iman var mı
Haramı, helali yedi,
Sende hiç din iman var mı
Fetva verir yalan yulan,
Domuz gibi dağı dolan.
Sırtına vururum palan,
Senin gibi hayvan var mı
İman eder, amel etmez,
Hakkın buyruğuna gitmez.
Kadılar yaş yere yatmaz,
Hiç böyle bir şeytan var mı
Pir Sultanım, zatlarımız,
Gerçektir şöhretlerimiz.
Haram yemez itlerimiz,
Bu sözümde yalan var mı
Pir Sultanı da Sivasta asıyorlar.
Şimdi yüzyılımıza geri dönebiliriz artık. Ancak, Sivastan ayrılmayacağız. diyor Erkan..
Sivas Madımak Otelinden dumanlar yükseliyor.
Otel önünde bekleyenler tekbirgetiriyor, dinsizlere ölüm! diye bağırıyorlar. Aşık Nesimi, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Hasret Gültekin, Asaf Koçak ve Edibe Sulari orada yakılarak öldürülüyor!
Tarık Akanın yüüzü asık! Erkan Yücel suskun!
Oradan bir deniz kenarına geçiyorlar.
Azgın dalgalar, taşlarla örülmüş kalın surları eritmeye çalışıyor..
İçeriden bir ses yükseliyor gök yüzüne doğru:
Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül aldırma
Derlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla Allaha Görecek günler var daha Aldırma gönül aldırma
Anladım, burası Sinop zindanı. İçerideki de Sabahattin Ali olmalı diyor Tarık Akan.
Onu da başını taşla ezerek öldürmüşler!
Başka bir yerdeler...
İri yarı, saçları dalgalı koca bir adam.
Deniz kenarına oturmuş.
Sırtı dönük.
Nazım Hikmet bu. Denize karşı şiir okuyor:
Karşı yaka memleket Varnadan sesleniyorum İşitiyor musun Memet Memet Karadeniz akıyor durmadan Deli hasret, deli hasret Oğlum sana sesleniyorum İşitiyor musun Memed, Memed!
Tamam şimdi, arkadaşların yanına dönebiliriz. diyor Erkan .
Etrafı yüksek ağaçlarla kaplı, çiçekl bir köşkün önüne geliyorlar.
Burası ne? diye soruyor Tarık Akan.
Parmağıyla Sus! işareti yapıyor Erkan Yücel, Sessizce pencereden içeriye bak!
Görürü görmez, tanıyor Tarık Akan.
Heyecanla:
Mustafa Kemal bu!.
Erkan Yücel gülümsüyor:
Yanındaki de öteki ayyaş İsmet İnönü... Zaman zaman bizi görmeye geliyorlar.Yılmaz abi, ilk fırsatta seni tanıştırır; son durumları anlatırsın...
Yol boyunca bindikleri garip aracı aldıkları yere bıırakıyorlar. Arkadaşlarının bulunduğu salona geliyorlar.
Yılmaz Güney, yanlarına geliyor:
Nerede kaldınız, merak ettik size! diyor.
Sonra, Tarık Akana dönüyor:
Nasıl geçti Haydar Ali? Senaryo kafanda canlanmaya başladı mı? Seninle oturup senaryoyu yeniden gözden geçireceğiz. Sana uygun bir karakter yaratacağız. Haydi, siz gidin, yemeğinizi yiyin, dinlenin. Yine görüşürüz. Nnasıl olsa , bundan sonra hep buradayız!...
Levent Kırca, yanlarına geliyor:
Çocuklara fazla iş yükleme Yılmaz, onlar bana da lazım. ı Olacak O Kadar programlarında oynatacağım onları...
Barış Manço, Hababam Sınıfı korosu kurmuş, Gül Pembe şarkısını çalıştırıyor.
Cem Karaca, bir kenarda düşünüyor.
Kazım Koyuncu, hüzünlü bir şarkı tutturmuş, Hoşça kal/ gidiyorum işte!
Aşık Mahzuninin derdi dağları aşmış, Tarık Akanı görünce, Bu kadar erken gelmeyecektin kardaşım; ne işin vardı buralarda! diyor.
Ruhi Su, Aşık Veysel, Feyzullah Çınar, karşilikli saz çalıp halk türkü söylüyorlar. Bedri Rahmi, onları dinlerken, duygularını şiire döküyor: Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası/ Ayak seslerinden tanırım/ Ne zaman bir köy türküsü duysam/ Şairliğimden utanırım
Dünyada bir araya gelme fırsatı bulamayan Cahit Külebi, Cemal Süreya, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe orada şiirlerini okuyorlar birbirlerine.
Özdemir Asaf, derbeder şiirlerinden birini daha kleme alıyor.
İlhan Selçuk, ile Melih Cevdet Anday, o günkü Cumhuriyetin manşetini merak ediyorlar..
Türkân Saylan, bir yanına Avukat Elif Tunceri, diğer yanına İslamda kadın hakları düşüncesini savunduğu için tellerle boğularak toprağa gömülmüş Gonca Kurişi almış, kardelenlerin geleceğini konuşuyorlar. Özgecan, sessizce onları dinliyor.
Hrant Dink, kapının önünde, ürkek güvercinlerine yem veriyor.
Can Yücel, yine kızmış, volta atarken birilerine küfür ediyor .
Yaşar Kemal, etrafına toplananlara başından geçen bir Çukurova hikayesini anlatıyor gür sesiyle.:
Bizim Hemite ile Çardak Köyü birbirine çok yakındır.. Bir gün, danamız kayboldu. Bulamayınca, bir de Çardak Köyünün sazlıklarına bakayım, dedim. Sazlıkların arasında dolaşırken Çardaklılar beni uzaktan görmüş, tanımışlar. Birden etrafımı sarıp beni çembere aldılar. Dövecekler, diye korktum, dövmediler.. Beni yere yatırdılar. Tepeme dikilmiş, öylece bakıyorlar. O anda uzaktan yaşlı bir kadın çığlığı duydum. Tamam dedim, Şimdi bu yaşlı kadın gelip beni kurtaracak Kadın iyice yaklaştı. Tepeme dikildi. Tek gözümle, ben kurbanlık koyun gibi ben ona bakıyorum; o bana bakıyor. Bir süre beni hayretle süzdükten sonra, Amanın, kadanızı alayım, komünist yakaladık/ komünist yakaladık deyince, ben de başka bir şey sandım. Meğersem bu komünistlerin de bizim giibi, eli ayağı, yüzü gözü varmış dedi.
Yaşar Nuri Öztürk, Turan Dursun ve Bahriye Üçokla derin bir sohbete dalmış, öfkelenerek; Bunların İslama verdiği zararı Muaviye bile vermedi diyor.
Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı yine derin bir Milli Demokratik Devrim(MDD) ve Sivil, asker, aydın bürokrat tartışmasına girmişler. Konuşulanları dikkatle dinleyen Hasan Yalçın, ara sıra ironik çıkışlarıyla arı kovanlarına çomak sokuyor..
Kürt yazarlar Musa Anter, Mahmut Baksi ve Mehmet Uzun, aralarında Kürtlerin tarihte uğradıkları ihanetleri konuşuyorlar....
Halil İnalcık, Kemal Tahir, Şevket Süreyya Aydemir, Doğan Avcıoğlu , Atilla İlhan, Doğan Avcıoğlu, bir masanının etrafında, Türkiyenin geleceğini tartışıyorlar. Karamsar değiller, Türkiyenin güzel geleceğine olan inançlarını yitirmemişler.
Aydınlık yüzlü romancıları Orhan Kemal, Fakir Baykurt ve Dursun Akçam; Türtk romanının geleceğini konuşuyorlar... Battal Pehlivan söylenenleri not alıyor.
Uğur Mumcu ve Cüneyt Arcayürek, Bülent Eceviti aralarına almışlar, sıkıştırıyorlar. Ecevitin yüzü, gözü sıkıntıdan tikler içinde.
Tarık Akan, uçsuz bucaksız salondakilere yeniden göz attı, şaşkınlığını gizleyemedi:
Bu kadar çok muyuz burada, ne çok ölmüşüz!dedi.
Peki, ama burası neresiydi? Neredeydiler şu anda?
Burası, ne sizin cennetinizdi; ne de cehenneminiz...
Gök yüzünde bir yerlerde, ışıklar içinde, yıldızların arasındaydılar...
(1),(2): Şeyh Bedrettin Destanı- Nazim Hikmet
ali.nergis@gmail.com