Yakup Kadri/Ankara, Öner Yağcı/Kir, Kemal Bekir/Kanlı Düğün
Önce şu bilinmeli.. kesinkes bilinmeli. Kapitalizm yüzünden insanca yaşayamayan milyonlarca insanın yeniden kapitalizmi üretmesi.
Maden işçileri.. petrol işçileri.. tekstil işçileri.. İşyerlerinde çalışan beyaz yakalılar.. hukukçular.. doktorlar.. yazarlar.. bütün bunlara sorsam kapitalizmin bu yanını biliyorlar mı?
Bunu bilip bilmediklerini bilmiyorum, ama kapitalizmi ürettiklerini biliyorum.
Şimdi burada ilk soru şu; birey, hangi aşamada kapitalizmi üretmeye başlar? Anne sütünü emmeye başladığı saniye, kapitalizmi üretmeye başlar.
‘Bebekleri öldürelim mi’ sorusu, gülünç bir sorudur ama konumuz gülünç değildir… Konu kapsamlı düşünüldükte evlilik çıkar karşımıza.
Şimdi şunu söylemek zorunlu; evlilik, kapitalizmin üretildiği en yüce kurumdur.
Yakup Kadri, evlilik kurumunu ele alan yazarlarımızdandır. Yakup Kadri’nin sosyalist olduğunu söylemiyorum. Evlilik yalnızca sosyalizme karşı değildir. En genel anlamıyla evlilik, kendisine dokunca (zarar) vereceğini sandığı her şeye karşıdır. Evliliğin gericiliği de buradan kaynaklanır.
Ankara1 romanında evlilik…
Yakup Kadri evlilik çözümlemesine şöyle başlar Ankara’da:
“Binbaşı Hakkı Bey’in tahmin ettiği gibi, düşman hafta sonunda bir umumi taarruza geçti. Selma Hanım, bundan bir iki gün evvel, kocası Nazif’in ve bütün Ankara’daki ahbaplarının itirazlarına rağmen Eskişehir yolunu boylamıştı. Orada, askeri hastanede kendisine bir hastabakıcılık görevi verildi.”
Ama kısa süre sonra cephe çöker. Bu durumda kocası Nazif, ona:
“- Her şey bitti, hiç umut yok değil mi? derken o inatçı bir çocuk tavrıyla başını sallıyor:
- Yok canım, mutlaka yeneceğiz, mutlaka… diyordu.”
Bu noktada Yakup Kadri Nazif için şu saptamayı yapar.
“Selma Hanım, kocasından ne kadar uzak olduğunu, onun ne kadar sönük, ne kadar şahsiyetsiz ve mıymıntı bulduğunu asıl bugün anlıyordu.” (y. 86)
Yakup Kadri’nin bu saptaması kadın-erkek ayrımı yapmaksızın bütün evli kişiler için geçerlidir. Evlilik bu insanları sönük… kişiliksiz kılmıştır.
Selma’nın böyle olmayışının nedeni şudur. Selma Yakup Kadri’nin ütopik karakteridir.
Evlilik devrim çelişkisini ütopyayla çözümlemeye çalışacaktır.
Öner Yağcı’nın Kir2 adlı Romanı
Birinci (Dünya) Paylaşım Savaşı sonrası, Osmanlı İmparatorluğu dağılır. Mustafa Kemal, Kuvayı Milliye ile örgütlenmeye başlamıştır.
Kuvayı Milliye Tartışması
Halil’in karısı Hatice, Kuvayı Milliye’ye karşıdır. Şöyle der, “Elimizde tarla toprak mı kaldı. Siz cephede can verirken geride kalanların malını mülkünü talan edenler düşünsün, onlar savunsun çaldıkları, yığdıkları malları”. (y. 373)
Gerçekten de ev tamtakırdır Halil’in deyişiyle “… altına serecek minderimiz yok. ne kara kepek çuvalları ne de ocakta kaynayan kuşburnu var.” (y. 370)
Halil şöyle konuşur “Bana neden kendini toparlamadın diyorsun (…) Cepheye gitmemenin bir yolunu bulup burada kalanların, yetimlere, kadınlara yaptığı zulüm gavurun yaptığından aşağı kalmamış. Mal mülk yığıp, makamları, mevkileri tutmuşlar. Yaşam kirlenmiş. Yaşamı kirletmişler. Sümbül Anam hepsini bilir. Onlar şimdi aslan olmuş, bütün meydan onların. Biz bunlar için mi cepheye gittik? Ölümün, ateşin üzerine, oyun oynamaya gider gibi bunun için mi koştuk? Lafı fazla uzattım. Üçkağıtçıları, madrabazları işbaşına getireceksek neden yeniden cepheye gidip ölelim Mümtaz Bey? Neden kendi kuyumuzu kendimiz kazalım? Bana yaşamaktan bezmiş bir halin var, diyorsun. Ölüm nedir ki? Binlerce defa bıçak sırtında birlikte gidip geldik (…) Bana soru sormadan önce, senden soruma cevap isterim. Önümüzdeki ölümlerin bir anlamı olacak mı?” (y. 378)
Mümtaz Bey buna şöyle karşılık verir. “Geleceği kurmak için verilen mücadelenin ve bunun için ölenlerin bir anlam kazanması, her zaman kötülüğün, kirliliğin, yanlışın üzerine giderek mümkündür. Kanı kanla yıkamak bize yakışmaz. Onlar hak etseler de öfkeye kapılıp onlara onların yaptığını yapamayız Halil. Yoksa bizim de onlardan farkımız olmaz. Biz nefsimize ağır geleni, başkası için de isteyemeyiz. Çare ne o halde? Önce öfkemizden sıyrılacağız. Öfke bizim düşmanımızdır. Öfkeyle yaptığımız her işin zararını yine sonunda biz çekeriz. Dostumuz olan aklımızı kullanırsak hem biz hem etrafımız yarar görür. Kötülüklerin kaynağı bilgisizlik. Yaşamı kirletenler, insanımızı bilgisiz bırakanlardır. Kötülüklere, kirliliğe ve bilgisizliğe karşı bilimle ve akılla savaşmalıyız diyor Mustafa Kemal… daha başka “Milletin kurtuluşunu, yine milletin azim ve kararı sağlayacaktır.” (y. 382)
Ağustos’un son günlerinde Mümtaz Albay, Fahrettin, Veli ve Kazım’la birlikte Sivas yolundaydı. Onlara yetişmek için Hamza’yla kucaklaştıktan sonra koşmaya başladı Halil. (y. 391)
Binbaşı Hakkı Bey
Selma Hanım, iki yıldan bu yana (X) Şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı, emekli miralay Hakkı Bey’in karısıdır.
“Selma Hanım, Hakkı Bey’in İzmir’den döndüğü günü hatırladı. Çehresi bir tunç rengi bağlamıştı. Bütün vücudu çelikten daha sağlam çevik bir maddeden yoğrulmuş gibi görünüyordu. Kumral bıyıkları biraz uzunca bırakılmış, dudaklarının keskin çizgisine cengaverce bir ifade veriyordu. Gözleri ise bir çocuk gözleri gibi masumdu. Temiz, berrak, ve şeffaf bir bakışı vardı.” (y. 97) “Lakin şu dakikada yatan adam, o adam mıdır? Buna bin şahit ister.” (y. 98)
Miralay Hakkı Bey, Ankara’ya su getirtecek bir Kuvayı Milliye’nin tunç yüzlü kahramanı şimdi bir komisyoncudur.
Bu komisyoncuya evlilik yetmez. Başka kadınlara uzanır.
Devrim, sabaha karşı saat beşlere balolarda yok olmuştur.
Mustafa’yla Melahat
Kemal Bekir’in Kanlı Düğün3 adlı yapıtından “Mustafa, Edebiyat Fakültesi’ni bitirdiğinin haftasına bir solcu örgüte üye olduğu ileri sürülerek tutuklanmıştı.” (y. 205)
Mustafa, sekiz ayın sonunda salıverildi. Önce baba evine gitti. Daha sonra Melahat’in yanına… bir süre sonra evlendiler…
İkisi de öğretmendi.
Melahat’la evlendikten sonra dünyada yalnız kendileri varmış gibi yaşıyordu Mustafa. Daha doğrusu, okulda, mahallede acı günlerini unutarak, unutturarak yaşamak istiyordu. İşte bunca acı görmüş çok çekmiş ne geçmişti eline? Ne yararı olmuştu topluma? İnsanların çoğu gibi kabuğuna çekilmeliydi o da.
Evlilik çürütmüştür Mustafa’yı.
Bir gece Mustafa’nın evinde gençlik hareketleri konuşulur. Melahat, kocası Mustafa’nın konuşmasına kızar. Konukları uğurladıktan sonra Melahat, kocasına dik dik bakar:
“-Gene devrimciliğin mi tuttu? der.
-Ne devrimciliği yok canım, biz unumuzu elemiş eleğimizi asmışız
- Neydi öyleyse o sözler. Yarın bizimler falan?
-Yalan mı? Yarın bizim. Yarınlar da bizim. Erdek’e gideceğiz işte.
-Lafı değiştirme! Aldın iki çocuğu karşına. Öğretmensin ayol. Yaşından utan. Babaları olacak yaştasın.
-Utanılacak ne yaptım ben? Hem nesi var bu çocukların.
-Hakkı neyse ne ama onu da sevmedim bu sefer. Ne o bilgiç bilgiç konuşma öyle hele öteki
-Ötekinin ne’si var? pekala, akıllı fikirli
-Haydi canım! diye tersledi Melahat. Tabak çanak götürdü. Döndü. ‘Anarşit bozuntusunun biri o. Koskoca öğretmensin, kiminle ne konuştuğunu bil!
-Ne konuştuğumu bilirim ben
-Hıh! Bilirmiş! Şükür o günlere gelmişiz / Bakın neler konuşabiliyormuşuz. Yarınlar bizimmiş! Kapının önünden iki polis geçsin görürüm seni
-Geçsin be! diye sesini çok yükseltmemeye özen göstererek bağırdı Mustafa ‘Geçsin. Alsın götürsün. Bunu mu söyleyeceksin bana’
-Vay vay vay vay! Ne çabuk unuttun Melahat’ım Melahat’ım dediğin günleri. Hepsi beş yıla, on yıla hüküm giydi sekiz ayla ucuz kurtuldum Melahat’ım. Üstelik beraat ettim Melahat’ım. Öğretmenliğimi sen aldın bana. Ne çabuk unuttun.
Mustafa’nın omuzları düştü. (…) alıp götürsünler inşallah seni, dedi. “Bak, o zaman yüzünü görmeye geliyor muyum? Soruyor muyum? Arıyor muyum?”
Melahat kızgınlığını bir türlü gideremiyordu. Onun da yatmasını istedi. Kendi başına olur olmaz şeyler düşünmesini istemedi. Mustafa sonunda yatağa girdi. “Ah ah” dedi “Yeniden başlanabilse yaşama, bir başlanabilse…”
Fırtına Estikte
Devrim bir fırtına gibi estikte, eski ne varsa tarihe gömüyor.. bir tek aile kurumuyla baş edemiyor. Aile kurumu devrimin başlarında susuyor. Sonra restorasyon… Kişiler silikleştiriliyor, kendilerini tanımaz duruma getiriliyor. Devrimleri yiyip kemiren belirli karakter oluşuyor.
Evliliğin bu gücü nerden kaynaklanıyor.
Auguste Cornu bu konuda şöyle der; “Yabancılaşmış emek sonucu, hem kişiliğinin dışavurumu olacak yerde hem de ona ilişkin olmayan kendi emek ürününden ayrılmış bulunan işçi, ürettiği ölçüde güçsüzleşir ve alçalır. Kapitalist rejimde sadece emekçiler üzerine değil, ama tüm insanlar üzerine çöken bu yabancılaşma onları doğanın insanallaştırması aracıyla kendi kendilerini insanal biçimde yaratmaktan alıkoyar. O onları, böylece kendi varlıklarına yabancılaştırırken, aynı zamanda rekabet aracıyla kendi aralarında da karşı karşıya getirir, bu da toplumun burjuvazi ve proletarya olmak üzere, iki bağdaşmaz sınıf biçiminde bölünmesine yol açar” 4
Bu noktada aile bireyi kucaklar.
Evlad ü iyal…
Atasözü konumuna gelmiş aşağılık bir savunma. Evde süt bekleyen çocuklar vardır. Ayrıca ev halkı…
Her türlü ilerici hareket, bu sözle uzaklaştırılır. Devrimin kültürel kanatları koparılır bu sözle… kapitalizm, devrimci genci alır, yumuşatır.
Şunu söylemeliyim; devrimci eylemin önündeki en büyük engel evlilik kurumudur.
Devrimler, aile kurumuyla çelişkisini çözemezse, evliliğin batağında çürür.
Suçumuz İnsan Olmak adlı romanında Oktay Akbal, evliliğin duyarlıkları nasıl çürüttüğünü pek güzel gösterir…
Bilir misiniz duyarlıklar sessizce ölür… İnsancıl’ın kitap deposunda dolaşırım kimileyin. Şair, duyarlılığını somutlaştırır ad verdiği kitaplara…
Ama gelip bakmaz o kitaplara… Şimdi o evlenmiş evlad ü iyal’le uğraşmaktadır…
Devrim mi… o bir masaldı bitti.
Kaynaklar
1- Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İletişim yayınları, İstanbul 2011.
2- Öner Yağcı, Kir, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2009.
3- Kemal Bekir, Kanlı Düğün, Pencere Yayınları, İstanbul 1997.
4- Auguste Cornu, Kutsal Aile, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 2009.