Yıllardır söyleniyor bu gidişat, gidişat değil diye… Bir tuhaf adamın iki dudağının ucundaki iç ve dış politikalarla ülkenin geldiği durum ortada.
Ülke Ortadoğu bataklığı kenarında.
Cumhuriyet kurumları başta yargı olmak üzere can çekişmekte.
Bir türlü doymak bilmeyenler ise köprü, hava alanı, kanal falan korkunç rantlar peşinde…
Yolsuzluk, çürümüşlük, hukuksuzluk almış başını gitmiş…
İşsizlik ve yoksulluk sarmalında insanların birer birer kendini yakmaktan başka çare bulamadığı bir sosyoekonomik ortam…
Yediğin hurmalar, bizi niye ırgalar…, Bizi asıl İsrail ve Kürdistan ırgalar… havasındaki bir sözde müttefik…
Şimdi, bütün bunlara ilave olarak tüm seçim öncesi dönemlerinde yaşandığı gibi güvenlik endişelerinin ön plana çıkarılması…
Suriyede mevcut rejimle işbirliği yaparak ülke ve sınır güvenliğini sağlanmasını öngören gerçekçi ve akılcı bir stratejik yaklaşım yerine artık sonu nerelere varacağı kestirilemeyen, belki de iç politika gereksinimlerine göre zamanlaması ayarlanacak olan Suriye operasyonları ile küllerinden yeniden doğma mücadelesi içindeki ordunun özveri ve kahramanlıklarını kendileri üzerine transfer etme çabaları.
Temel sorun:
Aslında sorun pek o kadar da karmaşık değil. Sorun tek. O da hukukun da, güvenliğin de, dış politikanın da, eğitimin de, gelir dağılımının da, temel hak ve özgürlüklerin de, dinin de, ahlakın da içine edenlere, transa geçilmiş gibi hala koştura koştura oy verilebilmesi… 1930-40lar Almanyasının alaturkası…
Neden bu duruma düştük?
Neden, Gazinin böbrek rahatsızlığı nedeni ile bulunduğu Karlsbadda kendisini ziyarete gelen bir Türk hanıma daha 1918lerde söylediklerinde ifadesini buluyor:
…Yarın elime bir yetki geçerse sosyal devrimi süratle uygularım. Çünkü ben, halkın ve ulemanın benim düzeyime gelmesini bekleyemem. Böyle bir davranışa ruhum isyan ediyor… Halkı bir an önce kendi düzeyime çıkarmaya çalışırım …(1)
İşte bizce neden bu. Gazinin erken ve yorgun ölümü ile sosyal devrimin, aydınlanmanın yarım kalmış olması. Darbe darbe deniliyorsa asıl darbe Aydınlanma Devrimine yakın tarihimiz boyunca vurulan hayâsız darbeler.
Cumhuriyet tarihimize şöyle bir bakalım:
II. Dünya Savaşı… Ortalığı kasıp kavuran Faşizm-Nazizm rüzgârları… Sınırlarımıza dayanmış Alman panzerleri… İstiklal Savaşını henüz kazanmış yoksul bir ülkeyi savunma endişeleriyle tüm kaynakların bu amaca yönlendirilmesi… Kafasında dolaşan dokuz tilkinin kuyruklarının birbirine değmediği söylenen diplomatik zekasıyla Ülkeyi savaşa sokmayan, kendisine Bizi aç bıraktın diye bağıran halkına, Ama babasız bırakmadım yanıtını veren Milli Şef dönemi…
Ülkeyi savaşa sokmama hünerini gösteren milli şefin, bu kez, zor yılların halk üzerindeki etkileri giderilmeden, yeterli düzeyde sanayileşme ile toplumun sosyolojik-sınıfsal yapısı değişmeden Marshall yardımı zevzeklikleri ile savaş sonrası estirilen demokrasi rüzgârlarına kapılarak tamamlanmamış aydınlanma devrimini ihmal ederek, erken demokrasi yolculuğunu başlatması…
1950 Seçimleri… Kore savaşı, NATO… Buram, buram popülizm kokan, demokrasi tecrübesinden yoksun bir iktidar ve Aydınlanmaya ilk büyük amansız darbe: Aydınlanmanın meşalesi Köy Enstitülerinin kapatılması…
Ve döneminin en ileri Anayasalarından olan 1961 Anayasası ile siyasi, sosyal hak ve özgürlüklerinin ayırdına varmaya başlayan halkın, Toprak işleyenin, su kullananın !diyen rahmetli Eceviti, 12 mart sürecinin Sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi geçti, Bu elbise (anayasa) bize bol geliyor teranelerine rağmen iktidara getirmesiyle ülkede milli eğitimde Üstündağlı, TRTde Cemli yeni bir aydınlanma rüzgarının esmeye başlaması…
Ve de iç ve dış mihrakların bu kısa süreli rüzgârı, bu kez de ülkeyi iç savaşa sürüklemekte olan sağ- sol kavgasının dramatik sonucu olan 12 Eylül 1980 darbesi ile kesmesi…
1980lerden bu yana ise sistematik ve giderek artan biçimde Aydınlanmanın Homo Sapiensini (Düşünen, sorgulayan insan), Homo Economicusa dönüştürme operasyonları…
Toplumun yarım kalan Aydınlanma Devrimini yaşam biçimi olarak özümsememiş kesimlerine sosyal hiyerarşideki konumlarına göre ihale, haksız zenginleşme, servet transferi, iş, makam, siyasi ikbal sağlayarak, yoksul kesimlere ise iane dağıtarak ya da uydurma dinsel motiflerle aidiyet duygusu yaratıp toplumun karpuz gibi önce ortadan ikiye, daha sonra da dilimlere bölünmesi…
Giderek dışarıda itibarını, içeride tasada, kıvançta ve kaderde birliğini yitiren yalnız ve güzel ülkem…
Sonuç...
Artık soru şu:
a-Aydınlanma Devrimini yeniden canlandırıp, çağdaş uygarlık düzeyini aşma idealindeki onurlu bir ülkenin yurttaşları mı olarak yaşamak istiyoruz?
b-Yoksa lümpen bir diktatörün yönetiminde her an iç çekişmelere gebe, Ortadoğu bataklığında çırpınan ülke olarak mı?
Çıkmadık canda umut vardır ama umudun önünde de ortadan mutlaka kaldırılması gereken engeller var…
Örneğin; toplumun üzerine bir karabulut gibi çökerek, paranoya haline dönüşmüş olan korku… Toplumsal paranoyaya karşı tek çare: Dayanışma ve özveri siyasetini izleyen siyasi ve demokratik örgütlenmelerin asgari müştereklerde süratle uzlaşarak tüm toplumu altına toplayacak, kararlı biçimde koruyacak dev bir şemsiye açarak(2) demokratik iradesini özgürce kullanarak taraf olmayanın bertaraf olmayacağı inanç ve heyecanını verebilmeleri…
Örneğin seçim güvenliğine güvensizliğin süratle giderilerek sandığa gitme heyecanının canlı tutulması…
Örneğin; Dayanışma ve özveri siyasetini izleyen siyasi ve demokratik örgütlenmelerin asgari müştereklerde süratle uzlaşarak toplumun önüne iç ve dış politika, sosyoekonomik alanlarda eşgüdümlenmiş, heyecan yaratan, inandırıcı bir program ortaya koymaları…
(1)Hıfzı Topuz; Gazi ve Fikriye, Remzi Kitabevi, 2001, S:108
(2) Umruk; http://www.abcgazetesi.com/2019a-dogru-daglari-sarmisken-korkunun-anatomisi-8277yy.htm