Zaman, tam teşekküllü hastaneye başvurma zamanı…

Dr.Noyan Umruk

Türk Lirası, yılın başından beri diğer ülkelerin para birimlerine göre değer kaybediyor. Ocak 2018’den bu yana Amerikan Doları’na göre olan değer kaybı %60’ı buldu.

Bu durum da ister istemez ihracatın ithalatı 2017’de ancak %67 oranında karşılayabildiği bir ekonomide, kurun fiyat düzeylerine olabilecek etkisini tetikliyor.

Türkiye’de, tüm “yükselen” ülkelerde olduğu gibi, kur-enflasyon ilişkisi hayati bir öneme sahip. Zira gelişmekte olan ülkelerin üretim yapabilmeleri için ithalata gereksinimleri var ve dövizin yerli para birimi cinsinden değerinin artması, ithal edilen tüketim malları fiyatlarında ve ithal girdi kullanılan üretim maliyetlerinde artışı da beraberinde getiriyor.

Geçen yıl bu dönemde 3,44 TL’ye aldığımız 1 ABD Doları, 6 TL’nın üstüne tırmanmış durumda ki; bu da yıllık artışın %90 oranında gerçekleştiği anlamına geliyor.

Kurlardaki bu panik atak öngörülebilir bir ekonomik ortam, reel yatırımlar için büyük engel oluştururken, tüketici için ise ciddi bir yoksullaşma nedeni…

Türkiye’nin döviz kurları ile sorunlu ilişkisi aslında yeni bir durum değil. . Dolayısı ile her zaman büyük bir ciddiyet ve özenle ele alınması gereken bir olgu…

1923’te 1 ABD Doları 1,67 TL’ydi. 1980 yılında ise ortalama 1 ABD Doları 75 TL oldu. Bir başka deyişle, Cumhuriyetin kuruluşundan, 1980’e kadar TL, ABD Doları karşısında yaklaşık 44 kat değer kaybetti..

Türkiye 1980’lere kadar döviz kurlarının değerinin Merkez Bankası tarafından belli zaman aralıklarıyla belirlendiği, sabit kur rejimini yürüttü. Güçlü rezerv gerektiren bu yöntem kurun sabit tutulamadığı rezervlerin yetersiz kalması durumunda da yerel para birimin değeri düşer; bu zaman zaman şimdiki gibi şok devalüasyonlar yaşanarak olur…

1980’lerde geçilen esnek kur rejimleriyle beraber Dolar ve Sterlin, 1980 öncesi 57 yılda kazandığı oranı sadece 11 yılda geçti. 1980-91 arasında ABD doları 54 kat, İngiliz Sterlini ise 41 kat değer kazandı.

1990’larda da döviz kurlarındaki oynaklık en üst seviyedeydi.

Nihayet 2001 krizi gelip çatmış, 21 Şubat tarihinde bankalar arası piyasadagecelik faiz % 6200’e çıkarken, ortalama % 4018,6 olmuştur. Merkez Bankası’nın döviz rezervi 16 Şubat tarihinde 27,94 milyar dolarken, 23 Şubat tarihinde 22,58 milyar dolara inmiştir. Rezerv kaybı ise 5,36 milyar dolar olarak kaydedilmiştir.

Dolar kuru bir gecede % 40 artmış ve 680 bin liradan 960 bin liraya yükselmiştir. Resmi devalüasyon yeterli olmamış, döviz rezervleri hızlı bir şekilde erirken, hükümet 21 Şubat tarihinde kuru dalgalanmaya bırakmıştır.

22 Şubat’ı takip eden iki hafta içerisinde 1 milyon 200 bin liraya kadar yükselmiştir.

Bu aşamada gelen dalgalı kur sistemi, döviz piyasalarını iyice karıştırmış; bu karmaşa içerisinde dalgalı kura geçilmesiyle doların gerçek değerinin ne olacağı bilinememiş ve alım-satım arasındaki fark artışa geçmiştir.

Veee 14 Mart 2001 tarihinde 3 aşamalı kurtuluş planını açıklanmıştır. Bu plana göre;

– Bankacılık sektörüyle ilgili önlemler alınacaktır.

– Döviz kuru ile faize istikrar kazandırılacaktır.

– Ekonomi dengeleri yeniden planlanacak, ikinci yarıda büyümeye geçilecektir.

Kurtuluş planı sonrasında IMF’ye niyet mektubu verilmiştir. Mektupta; iktisadi etkinliği sağlayacak reformların yapılacağından ve enflasyonla mücadelenin gerçekleştirileceğinden bahsedilmiştir. Gelir dağılımı ile ilgili adaletsizliğin ortadan kaldırılacağı, sürdürülebilir büyüme ortamının oluşturulacağı taahhüt edilmiştir.

Böylece 1980’lerde 24 Ocak kararları ile girilen küresel ekonomik alanın gerekleri 2001’de Kemal Derviş yönetiminde yeniden teyit edilmiş oldu.

Kur dalgalanmaları ve enflasyon korelasyonu(doğrusal ilişkisi)

Türkiye’de döviz kurlarının günlük ilanına geçildiği 1981 yılından beri döviz kurlarındaki dalgalanmalar ile enflasyon oranları arasında sıkı ve doğrudan bir ilişki var. Zaten girdi maliyetlerinin egemen para-dolarla yakın ilişki içinde olduğu göz önünde tutulursa bunu söyleyebilmek için alim olmaya gerek yok…

Örneğin; 1994 krizinde dolar %169 oranında artarken, enflasyon oranı da %130 seviyelerindeydi. Kurda ve enflasyondaki azalma veya artış da aynı şekilde diğer değişkeni geçişli şekilde etkiliyor. Fakat bu geçişkenliğin her zaman tek yönlü olduğunu söylemek mümkün değil. Yapılan nedensellik testlerinde kurdan enflasyona geçiş kadar, enflasyonun da kurdaki artışı tetiklediği çalışmalar mevcut.

İthalata bağımlı bir ülkede döviz kurundaki artış, üretim maliyeti ve tüketim malı fiyatlarında artışa neden olduğu gibi, özellikle kronik enflasyon problemi olan ülkelerde fiyat düzeylerindeki istikrarsızlık nedeniyle yerel para birimine olan güvenin azalması da dövize olan talebi artırarak kur artışına neden olabiliyor.

Yapılan çalışmaların gösterdiği önemli bulgulardan biri de kurdan enflasyona geçişin zamana yayıldığı üretici ve tüketici fiyatlarında farklı etkiler ürettiği üzerine. Döviz kurlarındaki değişim, ilk olarak üretici fiyat endeksine yansıyor ve endeksler arası geçişkenlik 11 ayı bulabiliyor. TÜFE ve ÜFE endeksleri arasındaki %10’u aşan farkı bu bulgu ışığında okumak ve ciddi önlemler alınmazsa enflasyonun hiper enflasyona dönüşmesi büyük olasılık…

Öte yandan bizzat başına geçilerek, ülkeyi padişahın mülkü görünümüne sokan Varlık Fonu ile elde kalan son varlıkları teminat göstererek borçlanma, uzun vadeli kiralama ve satışların da yaraya pansuman olamayacağı yaygın bir görüş…

Ne yapmalı?

Oyunu, Londra merkezli küresel piyasalarda oynamayı 1980’lerde kabul edip, 2000’lerde Kemal Derviş’le yeniden teyit ve tescil ettirdiğinize göre, ortak akıl,kısa vadede, yargı ve TCMB başta olmak üzere, özerk olması gereken hukuk ve ekonomiyi yöneten kurumların bağımsızlaştırılması, uzun bir süre tereddütten sonra çok geciktirildiği için yaratacağı olumlu etki tartışmalı olan bu gün gerçekleştirilen sert ve beklenti üstü faiz kararını gerektiriyor…

Uzun vadede ise köklü bir eğitim reformu, uluslar arası ilişkilerde başlangıç ayarlarının hatırlanması. Ar-Ge, teknoloji içeren reel üretimle barışmak, toplumsal kutuplaşmanın yumuşatılması Türkiye’yi ve toplumu rahatlatacaktır.

En önemlisi, tüm bunlar için iyi çizilmiş bir rota doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı (D.P.T. ) yeniden yapılandırılmalıdır. Ülkenin coğrafi, fiziki ve beşeri anlamda kaynak ve imkan envanterine sahip, bölgesel ve ulusal düzeyde sürdürülebilir bir kalkınma sürecini eşgüdümleyerek, küresel gerçekleri de göz ardı etmeden en azından optimal ölçek ekonomileri çerçevesinde, selektif-özenle seçilmiş sektörlerde uluslararası düzeyde rekabet yapabilecek innovasyon-teknolojik gelişmeyi içeren marka ürünler üretilebilmesini planlayabilen, özel kesim için özendirici ve yol gösterici, kamu kesimi için emredici ciddi bir planlama örgütüne şiddetle ihtiyacı vardır.

Durum, tam teşekküllü bir hastaneye başvurmak yerine sağlık ocaklarında dolaşılmayacak kadar ciddidir…