AKPnin gerici iç savaşı

Ender Helvacıoğlu

Türkiye Cumhuriyetinin temelinde üç ilke yatar:

1) Bağımsızlık: Vatan emperyalist işgal ve paylaşıma karşı savaşılarak kazanılmıştır. Dahası, bu savaş verilirken ve sonrasında devlet kurulurken herhangi başka bir emperyalist odağın manda ve himayesi de reddedilmiştir. Türkiye, bağımsız bir ülke olacaktır. 

2) Laiklik: Çürümüş Osmanlıdan kalan ortaçağ kurumları (saltanat, hilafet, tekke ve tarikatlar, medreseler vb) tasfiye edilecek, ülke cumhuriyet ile yönetilecek, din ile dünya işleri birbirinden ayrılacaktır.

3) Türk-Kürt kardeşliği: Türkiye, halkı oluşturan iki asli unsurun, Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanıdır. Unsurlar (Türk ve Kürt unsurlar) birbirlerinin ırkî, toplumsal ve coğrafî haklarına karşılıklı saygı gösterirler.

Bunlar bizim çıkarımlarımız değil. Hepsi, gerek Kurtuluş Savaşı sırasında gerekse Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında temel belgelerle ve TBMM kararlarıyla kayıt altına alınmış kararlardır. Yayınlandılar, isteyen bulur inceler. 

Bu üç ilke şu veya bu ölçüde hayata geçirilmeseydi Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet, Türkiye diye bir ülke olmazdı.

Fakat Türkiye Cumhuriyetinin -Meclisin açıldığı 1920den başlatırsak- 95 yıllık tarihi, bir köküne kibrit suyu ekme tarihidir. Giderek bu üç ilkeden de uzaklaşılmış ve bilindiği gibi tüy diken de AKP iktidarı olmuştur (Bu sürecin sosyo-ekonomik nedenleri var ama o ayrı bir yazı konusu).

Bu gidişattan rahatsız olan, hatta yakın dönemde Cumhuriyet Mitinglerinde ve Haziran Ayaklanmasında isyan eden, ülkemizin aydınlık yüzünü oluşturan cumhuriyetçi insanlar şunu çok iyi kavramalıdırlar: Bu üç ilke bütünsel bir pakettir, bir sentezin ortak sonuçlarıdır, birbirinden ayrılamaz. Türk+Kürt denkleminden vazgeçilirse, bağımsızlık ve laiklik de savunulamaz. Kısacası vatan savunulamaz.

Kürt düşmanlığı, ister istemez, bağımsızlığın ve laikliğin de küpeşteden atılmasıyla ve AKP ile aynı mevzide buluşulmasıyla sonuçlanır. Tersi de geçerlidir; Türk düşmanlığı da (daha da hızlı bir biçimde) aynı sonucu verir.

***

Türkler ve Kürtler birlikte yaşamaya mecburdurlar. Politik veya etik olarak falan değil, sosyolojik olarak… Bizim coğrafyamızda bilimin politikaya çizdiği kırmızı çizgilerden biri de budur.

Örneğin Suriyede, Irakta böyle sosyolojik bir zorunluluk yok, oralarda politikalar çarpışıyor. Ama bizde var. Neden?

Türkler ve Kürtlerin bin yıllık bir ortak tarihsel geçmişleri var. Son olarak 20. yüzyılın başında emperyalist müdahaleyi alt edip ortak vatan yaratma mücadelesini birlikte vermişler. Türkler ve Kürtler birbirlerini ayrı ülkelerin vatandaşları olarak görmüyorlar. Hemen herkesin ailesinde Türk ve Kürt kökenli vatandaşlar bulunuyor. Kürtler günlük yaşamlarında, hatta kendi aralarında bile büyük çoğunlukla Türkçe konuşuyorlar.

Zulmün ve çatışmanın yoğun olduğu illerde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlar, neredeyse bir Kürt devleti kurulmuş olmasına rağmen Kuzey Iraka değil, Türkiyenin batısına göç etmeyi tercih ettiler. Bunun nedeni sadece ekonomik değildi; ortak vatan duygusunun hâlâ yoğun olarak devam etmesiydi. İstanbul, Ankara, İzmir vb, Kürtler için başka bir ülke değildir.

Bugün en büyük Kürt nüfusu İstanbulda. Sıralamada araya Diyarbakırı alalım, ama sonra Ankara, İzmir, Adana, Mersin gelir…

Eğer, yalıtık bir bölgenin değil bütün ülkenin bir yangın yerine çevrilmesini, amcanın dayıya, teyzenin yengeye, hatta eşlerin ve kardeşlerin birbirlerine düşman olmasını istemiyorsak ortak yaşamın yolunu bulmamız gerekiyor.

İç içe geçmişiz… Bu, bizim sosyolojimiz…

***

Ortak yaşam bir sözleşme gerektirir. Canlılık doğasında bile böyledir. Evrimin, başta doğal seçilim olmak üzere kendine özgü sözleşmeleri (daha doğrusu mekanizmaları) var. Ama biz bakteri, solucan, sürüngen veya eşek olmadığımıza göre bir toplum sözleşmesi yapacağız.

Bu ülkeyi yukarıda söz ettiğimiz bir toplum sözleşmesi yaparak kurduk. Sonra hepsinden geri adım atıldı. Eğer bir vatanımız olsun istiyorsak yeniden bir toplum sözleşmesi yapmak zorundayız.

Kürt sorunu şiddet yöntemiyle çözülemez. Bunu da bir temenni veya etik bir kural olarak yazmıyorum. Bazen şiddet sonuç alıcı bir yöntem olabilir. Ama Kürt sorunu şiddet yöntemiyle çözülebilme eşiğini çoktan aşmıştır. Bu bir olgudur. Olgu dikkate alınmaz ise, önünde sonunda gelir kendisini sizin gözünüze sokar; ama birçok felaket yaşandıktan sonra…

Toplum sözleşmeleri toplumsal olgular göz önüne alınarak yapılır. Beğenelim beğenmeyelim, işimize gelsin gelmesin, dar politikalarımıza uysun uymasın, yapılacak sözleşme şu cümle ile başlamak zorundadır:

Türkler ve Kürtler, iç içe geçmiş, aynı vatanı paylaşan, gelecekleri ortaklaşmış, eşit haklara ve sorumluluklara sahip iki kardeş ulusturlar.

Bu gerçeğe çalım atılmaya çalışılırsa herhangi bir sonuç alınamaz.

***

Bundan 4-5 ay önceye kadar iç savaş bir tehlikeydi. Bugün ise ülkemizde bir iç savaş yaşanıyor. Diyarbakırda, Cizrede, Nusaybinde, Şırnakta yaşananların, Irakta, Suriyede ve bir zamanların Lübnanında yaşananlardan hiçbir farkı yoktur.

Kocaman kentler ablukaya alınıyor, tanklarla çevriliyor, sokak sokak çatışmalar sürüyor, on binlerce insan evini-köyünü terk etmek zorunda kalıyor. 35 yıldır, 90lı yılların kirli savaşı da dahil, çatışmalar hiç bu boyuta ulaşmamıştı. İç savaş görüntüleridir bunlar.

Ülke iktidarına el koymuş bir çete, bu iktidarını sağlamlaştırmak ve bir başkanlık sistemiyle garanti altına almak için, ülkeyi yangın yerine çevirecek bir iç savaşı göze almıştır.

Yakın zamanlara kadar Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülebilmesi için uygun koşullar oluşmuştu. Türküyle Kürtüyle bütün halkın arzusu da bu yöndeydi. Fakat Erdoğan ve çetesi kişisel iktidarları uğruna çatışma ve şiddet yolunu dayatmıştır. 

AKP iktidarının gerici iç savaşıdır bu.

Ve bu savaşın -yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız toplumsal koşullardan dolayı- büyük kentlerden başlamak üzere ülkenin batısına da sıçraması an meselesidir. Kimse yerel ve bölgesel kalacağı aymazlığına kapılmasın. Eğer kitlesel bir karşı dayatma, bir kamuoyu baskısı yaratamazsak yaşanacak olan budur.

Tekrar edelim: Türk-Kürt kardeşliği güme giderse, bağımsızlık da, laiklik de, hatta vatan da güme gider.

Bütün bunları tekrardan kazanmak zorunda kalabiliriz.