Tarih tartışmaları yoğunlaşmaya başlarsa eğer, hesaplaşma yakın demektir. Tarihin yeniden yazılması gündeme gelmiş ve getirilmiştir. Kozlar tarihte açılıyormuş gibi gözükür ama aslında yaşanan, güncel politik çatışmalardır.
Yani akademik bir tarih tartışması yapılmıyor; tartışma bal gibi arazidedir ve zor araçlarıyla yapılmaktadır.
AKP sözcülerinin Abdülhamit, Lozan ve misak-ı milli temalarını neden dillerine doladıkları herkesin malumu. Irak ve Suriye savaşlarına bodoslama giren AKP, tarihi kendince yeniden yazarak, tarihsel meşruiyet elde etme peşinde. Ama tarih son derece tehlikeli bir alan.
Çok iyi kavramak ve süzmek gerek. Çünkü güne uzanan kolları var ve o kollar sizi alıp yükseltebilir de, bir ahtapota dönüşüp boğabilir de. En az gelecek kadar sürprizlerle doludur tarih. Yeniden yazacağım derken, tarihin çöplüğüne süpürülmek de var. Son günlerin gözde kavramı misak-milliye değineceğiz bu yazıda.
***
Mustafa Kemal ve arkadaşları Kurtuluş Savaşının hemen sonrasında Türkiyenin sınırlarını -Musulu özellikle vurgulayarak- şöyle çizmişlerdi: Avrupada İstanbul ve Meriçe kadar Trakya; Asyada Anadolu, Musul arazisi ve Irakın yarısı.
Atatürkün misak-ı millisinin çerçevesi bu şekilde tespit edilmişti. Musul ve çevresinin özellikle vurgulanmasının (Lozanda da en önemli tartışmalardan biri buydu) sosyolojik ve politik nedenleri vardı; birazdan geleceğiz. Fakat Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde görülen Musul ve Irakın yarısı vatana dahil edilemedi.
Kemalist iktidarın gücü buna yetmedi. Bugün tamamen farklı koşullarda AKP iktidarı Kuzey Irakı ve Musulu yeniden gündeme getiriyor, tarihsel hak iddiasında bulunuyor; Lozanı olumsuzlayıp misak-ı milliye gönderme yaparak. Sanırsınız ki çakma başkumandan Erdoğan, Kemalistlerin yarım bıraktığını tamamlamaya soyunmuştur; onların beceremediğini becerecektir.
Kemalistlerin misak-ı millisi ile Erdoğanın misak-ı millisini karşılaştıralım o halde. İlkinin nelere yol açtığını ve ikincisinin nelere yol açabileceğini de irdeleyerek…
***
Birincisi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının misak-ı millisi, topraklarının büyük çoğunluğunu yitirmiş, parçalanmış, emperyalistler tarafından dört koldan işgal edilmiş, sömürgeleştirilme tehdidi altındaki bir hasta imparatorluktan, yeni bir vatan yaratma mücadelesinin formülüydü.
Amaç büyümek değil, mümkün olduğunca büyük bir parçayı emperyalistlerden kurtarmaktı. Kemalistlerin kimsenin toprağında gözü yoktu. Tam tersine vatanlarına göz dikenlerle mücadele halindeydiler. Kısacası, Atatürkün misak-ı millisi anti-emperyalistti ve bu nedenle sosyalist Sovyetler Birliği tarafından desteklendi, bütün mazlum milletlere umut ışığı oldu.
Erdoğanın misak-ı millisi ise, vatanları emperyalistler tarafından işgal edilmiş, parçalanmış, gerici bir iç savaş dayatılmış iki ülkenin, Irak ve Suriyenin topraklarından pay kapmanın bahanesi olarak gündeme gelmektedir. AKP iktidarı başından itibaren komşu ülkelere yapılan bu emperyalist müdahalenin taşeronu rolünü üstlenmiştir ve şimdi de toprak talep etmektedir. Erdoğanınki komşu ülkelerin toprağına göz diken fetihçi bir söylemdir. Atatürkünki gibi vatan kurtarma hedefli değil, -komşular aleyhine ve emperyalist müdahalenin yarattığı ortamı fırsat bilerek- büyüme hedeflidir.
Misak-ı milli, bunun bahanesi olarak kullanılmaktadır. AKPnin hedefi Irak ve Suriyeye yönelik emperyalist müdahaleye -Türkiyenin çıkarları adına da olsa- göğüs germek olsaydı, Musul ve misak-ı milli hiç gündeme getirilmez, tersine komşularımızın toprak bütünlüğü savunulurdu. İlle yakın tarihten bir örnek verilecekse, AKP iktidarının tutumu tam da Kurtuluş Savaşı öncesindeki Yunanistan Hükümetinin tutumuna benziyor.
Yunan Hükümeti de İngiliz emperyalistlerinin kışkırtmasıyla ve tarihsel hak iddia ederek İzmiri ve Ege bölgesini işgale girişmişti. Sonuç biliniyor!
***
İkincisi, Atatürkün misak-ı millisinin asıl amacı milleti birleştirmekti. Milletten kasıt da vatanın iki asli unsuru olarak tanımlanan Türkleri ve Kürtleri birleştirmekti. Vatan, Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı olarak tanımlanmıştı.
Kemalistlerin Kuzey Irakı ve Musulu ısrarla misak-ı milli çerçevesine dahil etmek istemelerinin nedeni, petrol falan değil, Kürtlerin tamamının kapsanması hedefiydi. Tek bir Kürt köyünün dahi dışarıda bırakılmaması için mücadele ettiler. Ortak vatanın ancak bu şekilde oluşabileceği, Kürtlerin bir bölümünün dışarıda kalmasının gelecekte sorunlar yaratabileceği öngörülüyordu.
Kemalistlerin bu konuda ne kadar samimi oldukları, cumhuriyet kurulduktan sonra neden adım adım ortak vatan yaklaşımından vazgeçildiği, Musul ve K. Irakın alınamamasının bu noktadaki rolü ayrı bir tartışma konusu. Fakat şurası nettir ki, Atatürkün misak-ı millisi, -en azından başlangıçta- etnik Türk milliyetçiliğine değil, Türk-Kürt kardeşliğine ve ortaklığına dayanmaktaydı.
Zaten Kurtuluş Savaşının başka türlü başarıya ulaşması olanaksızdı. Türk-Kürt ittifakı sağlanamasaydı Sevr kaçınılmaz olurdu. Erdoğanın misak-ı millisi ise birleştirici değil, bölücüdür. İlkel bir milliyetçilik ve Kürt düşmanlığı ile yürütülmektedir. Kürtlerle barışmanın yolları aranmadan, dahası Türk-Kürt çatışması körüklenerek kalkışılan bir Musul seferi ava giderken avlanma olasılığını da artırıyor.
Musulda, K. Irakta (Kürtlerin yaşadığı bölgelerde) hak iddia ediyorsunuz, ama ülkenin içinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerin Musuldan farkı kalmamış. Erdoğan Musulu kaşıyor ama Türkiyede emperyalistlerin kaşıdığı ve daha da kaşımasına açık sürüyle Musul yaratmıştır. Kısacası, bu açıdan da Atatürkün ve Erdoğanın misak-ı millileri birbirinin zıddıdır.
***
Üçüncüsü, Atatürkün misak-ı millisinin temeli cumhuriyetçilik ve laikliktir. Kemalist önder kadroların hoşuna böyle gittiği için değil, ortaçağ kalıntılarının hüküm sürdüğü coğrafyadan bir vatan çıkarmanın başka bir yolu olmadığı için. Aşiretlere, cemaatlere, tarikatlara, farklı mezheplere bölünmüş, ağalığın-marabalığın hüküm sürdüğü ümmet toplumunda bir toplum sözleşmesi, bir ulusal antlaşma (misak-ı milli) yapmanın ve sürdürmenin olanağı yoktur, hele emperyalistlerin yoğun saldırısı altındayken.
Laiklik ve cumhuriyetçilik, misak-ı millinin zorunluluğuydu. Laikliğe ve cumhuriyete savaş açtığını açıkça dillendiren AKP ise mezhepçidir, ideolojisi Sünni İslamcılıktır. Böyle bir ideolojiyle bölgeye girilmesi, yıllardır süren etnik ve mezhepsel çatışmalara bir de Türkiyeden fiili katkı koymak anlamına gelir. Sünni gericilikle bölgeye girebilirsiniz ama çıkabilmeniz çok zordur; nerede kaldı misak-ı milli…
Toparlarsak: Kemalistlerin misak-ı millisi ile Erdoğanın diline doladığı misak-ı milli, birbirine zıt iki pakettir. Bir yanda anti-emperyalizm, vatan savunması, laiklik, cumhuriyetçilik, yurtta-bölgede barış ve Türk-Kürt kardeşliği; diğer yanda emperyalizm taşeronluğu, fetihçilik, Osmanlıcılık, dinci gericilik, mezhepçilik, iç savaş kışkırtıcılığı, komşulara düşmanlık ve ilkel milliyetçilik (Kürt düşmanlığı).
***
Diyebilirler ki: dün dündür bugün bugündür; bugün misak-ı milliyi tamamlamanın yolu Osmanlıcılıktan, İslamcılıktan, Sünnicilikten geçmektedir. Olabilir, ama Abdülhamit yetmez, Yavuz Sultan Selime kadar geri gitmeniz gerekir! 500 sene öncesinin koşullarından esinlenerek politika tespit etmenin ise delilikten öte bir anlamı yok.
Şaka bir yana, Erdoğan fırsatçılık yapıyor. Kasaba kurnazlığıyla da misak-ı milliyi kullanmaya kalkıyor. Fakat bu çok tehlikeli bir oyun. ABDnin bölgedeki stratejisi, Irak ve Suriyeyi bölerek (hatta birkaç parçaya ayırarak), ikinci İsrail niteliğinde bir Kürt devleti kurmak ve bu devleti mümkün olduğunca Akdenize doğru genişletmek. Erdoğan-AKP iktidarının hedefi ise ABDnin bunu Kürtlerle değil Türkiye ile yapması.
Suriye harekâtının ve Musul iddialarının nedeni bu. Yani bölgede ABD-Türkiye çekişmesinin nedeni, AKPnin, emperyalist böl ve yönet politikasına karşı durması değil. Böyle olsaydı Türkiye, Irak ve Suriyenin meşru hükümetleriyle işbirliği yapar, yıkıcı terör örgütlerine açık cephe açar, komşularının toprak bütünlüğüne saygı gösterirdi.
Erdoğanın ABDye kırgınlığı, ABDnin bu inisiyatife izin vermemesi ve PKK-PYDden vazgeçmemesinden; ABDnin Erdoğana kızgınlığı ise fazla ısrarcı olması ve hizayı zorlamasından. Yoksa ortada millicilik, Avrasyacılık, vatan savunması gibi bir olumlu tutum değişikliği yok. Kısacası, AKP açısından Amerikan stratejisinin böl kısmında bir sorun bulunmuyor, sadece yönet kısmında bir inisiyatif tartışması yaşanıyor. Yani AKP öncelikli taşeron olma arzusunda. Böylece Türkiye büyüyecek ve Erdoğan da toprak kazanan lider payesi alarak iktidarını sağlamlaştıracaktır. Tehlikeli bir hayal!
Neden?
Birincisi, ABD, AKPye göre çok daha gerçekçi. Bölge stratejisini bir bölge gücüyle (PKK-PYD) yürütmeyi yeğliyor. Bölgeye yabancı bir güç olan Türkiyenin büyümesinin bölge devletleri ve halklarının çok sert tepkisiyle karşılaşacağını, işlerin iyice sarpa saracağını, hatta stratejisinin tümden tehlikeye gireceğini görüyor. Kaldı ki, bölgede işler ABD açısından da iyi gitmiyor. Dolayısıyla ek sorunlar çıkmasına izin vermemekte (gerekirse bu ihtiraslı ortağını devirip yerine daha uyumlu bir ortak getirerek) kararlı.
İkincisi, Türkiye bu gerçek dışı politikada ısrar ederse tamamen yalnızlaşacaktır. Böl politikasına destek verdiği için Irak-Suriye yönetimleri ve İran-Rusya gibi Avrasya güçleriyle karşı karşıya geleceği gibi, yönet kısmındaki ABD ile çelişmesinde de yanında kimseyi bulamayacaktır.
Erdoğan politikası,
1) Bölge savaşını Avrasya güçleri kazanırsa, bütün komşularıyla düşman ve iç karışıklıklar girdabına düşmüş bir Türkiye;
2) Atlantik güçleri kazanırsa, parçalanmış ve yeni bir Sevr ile karşı karşıya kalmış bir Türkiye sonucunu verecektir.
Erdoğanın misak-ı millisi, nerede kaldı Kuzey Irakı ve Musulu almak, Diyarbakırı, Antepi, Adanayı, hatta İstanbul ve Ankarayı tehlikeye atmaktadır. PKK ve IŞİDin dış güç değil, birer iç güç olduğunu, güneyimizdeki hengâme bitse bile bunlarla karşı karşıya kalacağımızı da unutmayalım. Uzun lafın kısası, AKP-Erdoğan iktidarı Türkiyeyi bir çıkmaza sürüklüyor. Bu iktidar devam ettiği sürece, iktidarın çıkmazları giderek bir ülke çıkmazı haline dönüşüyor. Bedelini bütün bir ülke ve toplum olarak ödemek zorunda kalacağız.
***
Peki, ne yapmalı? Bu çıkmaz nasıl bertaraf edilebilir? Solun bölge sorunlarını da kapsayacak biçimde Türkiyeye önereceği bir strateji yok mudur? Sınırların ortadan kalktığı ve sorunların iç içe geçtiği bu bölgede, solun, sadece Türkiyeyi değil Irak ve Suriyeyi de kapsayacak yeni bir toplumlar sözleşmesi (misak-ı bölge) önerisi olmayacak mıdır? Sadece Türkiyenin değil, bütün bölge toplumlarının -birbirlerinin aleyhine değil- birlikte büyümesi olanaksız mı?
Bu çok boyutlu, kaotik hesaplaşmada, bölge halklarının da ortak bir çıkış girişimi olamaz mı?
Bu soruları da sonraki yazımızda tartışırız.