Bana özneni söyle…

Ender Helvacıoğlu

Çin Devriminin lideri Mao Zedungun ölümüne yakın yıllarda (1970lerde) geliştirdiği, emperyalizme direniş akımlarını sıraladığı bir formülasyon vardır: Devletler bağımsızlık, uluslar kurtuluş, halklar devrim istiyor.

Anti-emperyalizm çerçevesi içinde toplayabileceğimiz üç farklı akımdır bunlar. Özellikle devletlerin bağımsızlık isteğinin -eğer o devletler sosyalist nitelikte değil ise- anti-emperyalizm kapsamında değerlendirilemeyeceğini söyleyen sosyalist arkadaşlar vardır. Yazının amacı onlarla tartışmak değil (başka makalelerde bu konuyu tartışmıştık). Bu yazıda tam ters bir görüş ile tartışmak istiyoruz.

Maonun üçlemesi içinde esas akımın devletlerin bağımsızlık isteği, birinci öznenin devletler olduğunu savunanlarla tartışmaktır bu yazının konusu.

Maonun bu formülasyonda önem sıralaması yaptığını düşünmüyoruz. İlk sıraya devletlerin bağımsızlık isteğini koyması, esas direniş kuvvetinin devletler olduğunu savunduğu anlamına gelmiyor. Hatta Çin Devriminin liderini biraz olsun tanıyorsak, onun bu formülasyonda emperyalizme direniş açısından tutarsızdan tutarlıya doğru sıralama yaptığını söylemek daha gerçekçidir. Neyse, doğru olan bu üç akım arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramaktır.

Fakat iyisi mi, formülasyon üzerinden spekülasyon yapmayalım ve olgulara bakalım. 20. yüzyıl boyunca kapitalist-emperyalist sisteme karşı en köklü (ve başarılı) direnişleri sıralarsak nasıl bir tablo ortaya çıkar?

Ekim Devrimi, Türkiye Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimleri, Çin Devrimi, Küba Devrimi, Kore Devrimi, Vietnam-Laos-Kamboçya devrimleri, Afrikada sömürgeciliğe karşı mücadeleler…

Bütün bu başarılı mücadelelerin önderliklerine baktığımızda hiçbirinin başlangıçta devlet olmadıklarını görürüz. Hatta bu öncü örgütler, emperyalizme teslim olan, uzlaşan, çürüyen kendi devletlerine karşı devrim yapmışlar ve iktidarı almışlardır.

Lenin önderliğindeki Bolşevikler mücadeleye atıldıklarında devlet değildiler. Emperyalist paylaşım savaşının tarafı olan Çarlık devleti yenilmiş ve çürümüştü. 1917 Şubatında Çarlığı yıkan devrimle iktidara gelen Krensky Hükümeti de emperyalistlerle uzlaşma yolunu seçmişti. Bolşevikler işçi sınıfını örgütlediler ve devrim yaparak iktidara geldiler, sosyalist devletin inşasına giriştiler. Emperyalist zincirdeki en büyük kırılma böyle yaşandı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları da Kurtuluş Savaşına girişirken devlet değildiler. Mevcut devlet (Osmanlı yönetimi) emperyalistlere teslim olmuştu. Apoletlerini çıkardılar, Anadoluya geçtiler, halkı örgütlediler, yeni bir ordu kurdular ve direniş savaşına başladılar. Çürümüş Osmanlıdan Türkiye Cumhuriyetini çıkardılar.

Mao Zedungun başında bulunduğu ÇKP de devlet değildi. Gerek Japon işgaline, gerekse daha sonra Amerikan işbirlikçisi Guomindang yönetimine karşı mücadele içinde Çin halkını örgütlediler, halk ordusu kurdular ve sonuçta iktidarı alıp sosyalist devletin inşasına giriştiler. Emperyalist zincirdeki ikinci büyük kırılma da böyle yaşandı.

Castro ve arkadaşları Kübada, Kim İl Sung önderliğindeki Kore İşçi Partisi Korede, Ho Şi Minh ve arkadaşları Vietnamda ve Afrikadaki gerilla hareketleri kendi ülkelerinde aynı yolla halkı örgütleyip anti-emperyalist savaş verdiler ve emperyalistlerle işbirliği yapan yönetimlerini devirerek iktidarı aldılar, kendi devletlerini kurdular.

Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde, mevcut devletler emperyalist saldırılara teslim olurken hatta işbirliği yaparken, emekçi halka önderlik yapan devrimciler anti-emperyalist savaşlar vermişlerdir.

Ne Lenin, Kerensky Hükümeti konusunda hayaller yaymıştır, ne Mustafa Kemal Osmanlı padişahını ikna etmekle uğraşmıştır, ne Mao Zedung Guomindang direnir diyerek Pekinde oturmuştur, ne Castro Batistaya mevzi biçmeye çalışmıştır, ne Uzak Doğunun ve Afrikanın devrimcileri mevcut yönetimlerden medet ummuştur… Hepsi emekçi halkların devrimini örgütlemiştir. Emperyalistler bu yolla geriletilebilmiş, emperyalist zincirdeki gedikler bu yolla açılabilmiştir.

Bütün bu örnekler, emperyalist sisteme karşı mücadelenin asıl öznesinin kim olduğunu net olarak ortaya koyar: Halkların devrim isteği. Deneyimler göstermiştir ki, emperyalizme devrim yaparak direnilebilir. Devrim delisi olunduğundan değil, başka çare kalmadığından… Mevcut devleti direniş mevzilerine çekebilmenin veya olmuyorsa oradan bazı direniş bölükleri koparabilmenin yolu da budur.

Öyle de olmuştur. Gerek kurtuluş savaşımızda, gerekse Ekim ve Çin devrimlerinde mevcut devlet ve ordu saflarından emperyalizme karşı direniş mevzisine gelenler olmuştur. Fakat bir halk ve devrim örgütü bulunmasaydı böyle bir gelişme olanaksızdı.

***

Devleti olmayan halk direnemez önermesi öne sürülüyor. Doğru! O halde o devleti, halkın devletini, emperyalizme karşı direnecek olan devleti kurmak gerekiyor. Bunun yolu mevcut devletten direniş beklemek değil, direnecek devleti devrimle oluşturmaktır. Yani devletin niteliği, hangi sınıfın devleti olduğu belirleyicidir.

Formül şöyle kurulursa gerçeğe daha yakın olacaktır: Halkı olmayan devlet direnemez. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkı seferber edebilen Sovyet devleti Nazi işgaline karşı direnebildi. Aslında bu formül, neden Saddamın direnemediğini ve neden Esatın direnebildiğini de açıklar.

***

Özne tespiti politik değil, ideolojik bir konudur, temel çelişmenin konusudur; kişinin/örgütün sınıfsal konumunu (seçimini) belli eder. Politik düzlemde, bazen öyle koşullar oluşabilir ki, devletin bağımsızlığı meselesi öne çıkabilir. Fakat bu, asıl öznenin devlet olduğu anlamına gelmez.

Birinci özne devletlerdir denildiği an -eğer o devlet emekçilerin devleti değilse- burjuvazinin temsilciliğine soyunulmuş demektir. Kaldı ki, söz konusu devlet emekçilerin devleti olsa dahi, yani sosyalizm sürecinde dahi, asıl özne yine devlet ve parti değil başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerdir (Bu belki yazımızın çerçevesi açısından ayrıntı bir konudur ama Mao Zedungun sosyalizm sürecine ilişkin -sosyalizm pratiklerinde kanıtlanmış olan- öğretisinin temel vurgusu da budur).

Kısacası asıl öznen kimse, onun adamısın…

Birinci öznen devletse devlet adamısın. Hangi sınıfın temsilciliğine soyunduğun da o devletin hangi sınıfın devleti olduğuna bağlıdır.

Birinci öznen millet ise milliyetçisin. Duruma göre anti-emperyalist olabilirsin, o ayrı konu…

Birinci öznen emekçi halk ise devrimcisin ve programına göre sosyalistsin…

Tekrar edelim: Özne tespiti ideolojik ve sınıfsal bir konudur. Politik koşullara göre zırt pırt değişmez. Emekçi devrimleri akımının gerilemiş olması ideolojik ve sınıfsal konumu (asıl özneyi) değiştirmez, değiştirmemeli.

***

Peki, bugün dünyada ve Türkiyede durum nedir? Halkların devrim akımı bitmiş ve temel çelişme devletler arası (emperyalist devletler ile ulus-devletler arası) çelişme mi olmuştur? (Aslında Gorbaçov da bunu iddia etmişti, devrimler çağı ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı bitti derken. O, devletler arası çelişmeyi emperyalizme teslim olarak çözmekten yanaydı.)

Olgulara bakalım. Ülkemizi ele alalım: Son 15 yıldır, Türkiyeye yönelik emperyalist müdahalelere karşı en ciddi direniş hareketleri nereden gelmektedir? Türk devletinden veya Türk büyük burjuvazisinden mi? Yoksa Cumhuriyet Mitinglerinde ve Haziran Ayaklanmasında ortaya çıkan büyük halk hareketlerinden mi? En olumsuz koşulları yaşamamıza, emekçi halka önderlik edecek bir politik odağın bulunmamasına karşın, belirleyici olanın yine de ikinciler olduğunu düşünüyorum. Politik önderliğin bulunmaması (ki bulunsaydı gerici ve işbirlikçi hükümet çoktan yıkılmış olurdu) emekçilerin suçu değildir, -halk yapacağını yaptı- bizim suçumuzdur.

Güçlü ve büyük bir devlet olmasına karşın Türk devleti -öncesini bırakalım- son 15 yıldır anti-emperyalizm açısından ülkede de bölgede de çok kötü sınav vermiştir. Anti-emperyalistliği (bu nitelemeyi yapmak bile aşırı değer biçmek oluyor ama) pazarlık yapmaktan öteye geçememiştir. ABDnin ve NATOnun tesislerinin ve nükleer silah depolarının Türkiyeyi bir ağ gibi sarmış olduğu biliniyor. Büyük burjuvazimizin milli duyguları ise espri konusu olabilir ancak.

Deniyor ki bugün Türk devleti ile ABD karşı karşıya gelmiştir, ABD Erdoğanı devirmeye çalışmaktadır, dolayısıyla onu savunmak gerekir. Hayır, ABD Türkiyeyi teslim almaya çalışmaktadır ve en zayıf yerinden saldırmaktadır. Delik deşik olmuş ve içinde istihbarat örgütlerinin cirit attığı bir devlet, boğazına kadar suça batmış ve dolayısıyla her türlü şantaja açık bir hükümet ve başkan, halkın en diri unsurlarını yitirmiş bir iktidar. Tabii ki buradan saldıracak.

Peki, bu zayıf nokta nasıl güçlendirilecek? Mustafa Kemal, Lenin ve Mao nasıl güçlendirdiyse öyle… Vatan savaşı böyle verilir.

Emekçi siyaseti yapma iddiasında olanlar nasıl bir strateji izlemelidirler? Devlete ilişkin hayaller yaymak ve devleti yönetenlere mevzi biçmek mi, yoksa halk hareketine önderlik edecek ve emperyalist müdahalelere tavizsiz biçimde göğüs gerecek devrimci bir odağı yaratmaya çalışmak mı? Seçimimiz, sınıfımızı ve konumumuzu da belirler.

Dünyada da durum böyle. Son 25 yıla baktığımızda halkını kaybetmiş devletlerin (veya halkı öndersiz kalmış ülkelerin) direnemediğini görüyoruz. 1990lara gelirken yozlaşmış ve çürümüş olan Sovyet devletinden başlayabiliriz saymaya…

Dönelim başa… Devletlerin bağımsızlık akımının güçlenebilmesi de, ulusların kurtuluş akımının emperyalizmin yedeği olmaktan çıkıp anti-emperyalist bir akım olabilmesi de, emekçilerin devrim akımının gelişmesine bağlıdır.

Birincil özne budur. Körü körüne sosyalist olduğumuz için böyle söylemiyoruz; böyle olduğu için sosyalistiz hâlâ…

Zor bir dönemden geçiyor insanlık; umutsuzluklar ve sapmalar normal. Ama emin olun 1917den veya 1919dan daha olumsuz değildir durum.