Bilimcinin yanılgısı

Ender Helvacıoğlu

Bu ülkede bilim yapmak, bilimci olmak, hele hele bilim yayıncılığı yapmak zordur. Eskiden de zordu. Çünkü bilimsel bilgi üretiminde bulunmak bir güç sahibi olmak anlamına gelir ki, hiçbir iktidar bu alanı kendi haline bırakmak istemez, denetimi altına almaya çalışır.

Eskiden (AKP öncesi diyelim) bu denetim şu ideoloji ile yapılırdı: Siz biliminizi yapın, ötesine karışmayın.

İktidar sahipleri bilimcilere, soyut bilimci ya da teknisyen olmayı dayatırlardı. Bilimcinin, elde ettiği bilimsel bilginin ne için kullanılacağını, kimin çıkarları doğrultusunda pratiğe (üretime) sokulacağını sorgulaması, yani politika alanına girmesi hoş karşılanmazdı, tehlikeli bulunurdu.

Bu, çok yaygın ve hakim bir ideolojidir. Burjuvazi, devrimci olduğu çağlarda, aristokrasiye karşı iktidar mücadelesi verirken bilimi bir kılıç gibi kullanmıştır. O dönemde çok politiktir bilim, hatta en öndedir. Fakat aristokrasi tasfiye edildikten ve burjuva iktidarı sağlamlaştırıldıktan sonra -başka ellere geçmemesi için- o kılıcın kınına geri koyulması gerekmiştir. Artık özgürsünüz, kendi dünyanızın işlerine bakın denmiştir bilimcilere.

Çoğu bilimci de bu ideolojiyi benimsemiş ve içselleştirmiştir. Hatta bunu özgür olmanın, politikanın kirine bulaşmamanın, bilimin tarafsızlığını ve prestijini korumanın gereği sanmıştır.

Fena halde yanılmıştır!

Birinci Dünya Savaşının bir kimya savaşı olduğu söylenir. Kimyacılar işlerini yaptılar. Laboratuarlarında elementleri en uygun biçimde bir araya getirmekle uğraştılar. Keşiflerinin laboratuar dışında nasıl kullanıldığıyla ilgilenmediler. Sonra çok utandılar!

İkinci Dünya Savaşı ise bir fizik savaşıydı. Fizikçiler birbirleriyle yarışırcasına işlerini yaptılar; atomu parçaladılar. Atomun nerede ve nasıl parçalandığıyla ilgilenmediler. Ama sonra vicdanlarını biraz olsun rahatlatabilmek için barış savaşçısı olmak zorunda kaldılar.

Fakat yine de bunlar çok ekstrem dönemlerin çok ekstrem yanılgılarıydılar. Günümüzdeki bilimcinin içinde bulunduğu kitlesel yanılgı ve kitlesel hayal kırıklığı haliyle karşılaştırılmaz bile.

Otuz yıldır yaşadığımız ve günümüzde iyice yoğunlaşan neo-liberal saldırı bilim alanına üç biçimde yansıdı: 

1) Bilim ve bilimsel bilgi parçalara ayrıldı ve tamamen metalaştırıldı. Bilim eğitimi ve üretimi yapan kurumlar birer kapitalist işletmeye dönüştürüldü. Bilim üretenler ve bilim öğretenler piyasaya düştüklerini ve bilgilerini satacak yer arayan bilim proleterlerine dönüştüklerini gördüler (Bu süreci öğretmenler bağlamında anlatan çok değerli bir çalışma: Orkun Saip Durmaz, Türkiyede Öğretmen Olmak: Emek Süreci ve Yeniden Proleterleşme, Notabene Yayınları). Sırça köşkünde işini yapmakla meşgul olan bilimci için ilk büyük şoktu bu.

2) Neo-liberalizmin başat ideolojisi post-modernizm, bilimsel düşünceyi o ulaşılmaz sanılan tahtından indiriverdi. Dinsel düşünce hatta büyüsel düşünce ile eşit hale getirdi. Düşüncelerden bir düşünce yaptı. Bu da ikinci büyük şoktu! Prestijli konumun yitirilişi ve 500 yıldır sapasağlam olduğu sanılan zeminin (varlık nedeninin) ayağın altından kayıp gidişi.

3) Yeni Ortaçağ! Tahtından indirilen ve piyasaya düşen bilimin ve bilimsel düşüncenin değersizleşmesi ve özellikle dinsel düşünce karşısında yenilgiye uğraması. Bu, bir şoktan da öte, indirici bir darbe oldu. Günümüzde, özelikle ülkemizde bu aşamayı yaşıyoruz.

Bilimci şaşkınlık içinde. Bu döneme hazırlıksız ve cephanesiz yakalandı. Cephanesiz yakalanmanın nedeni, işte o içselleştirilmiş ben tarafsızım, işime bakarım, politikaya bulaşmam ideolojisidir.

Politikaya bulaşmayan bilimci, politika kendisine bu çapta bulaştığında ne yapacağını şaşırmıştır. İşime bakarım ideolojisi, işini yapamama ile sonuçlanmıştır.

Evet, sil baştan yapacağız. Yeni bir Aydınlanma Devrimi gerekli. Ama eski burjuva yöntemle değil. Bilimci içine düştüğü durumu kavrayabilmek için Galilei, Voltaire ve Kant okumakla yetinemez artık; bunlarla birlikte esas Marxı okumak ve sindirmek zorunda. Bunu yaptığında zaten sadece okumakla ve yorumlamakla yetinemeyeceğini de anlayacak.

***

1994 yılında Bilim ve Ütopyayı, 2004 yılında Bilim ve Geleceki çıkarırken bütün bunları uzun uzun tartışmış ve bazı ilkeler tespit etmiştik. Toplumcu bilim yapmanın, dinsel ve büyüsel düşünceye karşı tavizsiz olmanın ilkeleriydi bunlar (Merak edenler, Bilim ve Gelecekin ilk sayısındaki Çıkarken… başlıklı yazıyı okuyabilir, önemli bir metindir).

Ama o ilkeler arasında bir tanesi vardır ki, zurnanın zırt dediği yerdir: Sıfır sermaye, sonsuz emek. En kritik nokta budur, değerli okurlar. Sermayesizliğin yayın yaşamını tehdit ettiği düşünülür hep. Oysa tam tersidir. Sermayesizlik ve kolektif ve karşılıksız emeğe dayanmak, yayın yaşamının garantisidir!

TÜBİTAKın Bilim ve Teknik dergisinin ne hale geldiğini görüyorsunuz. Çeşitli sermaye odakları tarafından çıkarılan Science, Focus, NTV Bilim gibi dergiler kısa sürede kapatıldılar.

İşte en son Cumhuriyet gazetesinin en değerli parçası olan 30 yıllık Cumhuriyet Bilim Teknoloji (CBT) ekinin de bir e-posta ile yayın yaşamına son verildi. Gelinen durumun en çarpıcı örneği…

12 yıldır bin bir zorlukla Bilim ve Geleceki yaşatıyoruz. Yaşatmaya devam edeceğiz. Yaşamımızın garantisi, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez diye nitelediğimiz o ilkemizdir: Sıfır sermaye, sonsuz emek.

Bir gün o dergi herhangi bir sermaye odağına yanaşırsa (sırnaşırsa), ne kadar muhteşem yazarların ne kadar muazzam yazılarıyla dolu olursa olsun, okumayın, çöpe atın o dergiyi. Çünkü o muhteşemlikler ve muazzamlıklar sizi zehirlemek için olacaktır. Yıkın o dergiyi ve emeğe dayalı yenisini yapın genç bilimciler.  

Bizim tek mirasımız budur…