Zaman zaman yeni geliştirilen bir teknolojinin insanlığı “kurtaracağı” veya tersine “felakete sürükleyeceği” söylenir. İlk çıktıklarında elektrik, telgraf, telefon, nükleer enerji, televizyon, bilgisayar vb. hakkında da bu tür tartışmalar yapılmıştır. Günümüzde de özellikle genetik, bilişim teknolojileri ve yapay zekâya ilişkin benzer tartışmalar yapılıyor.
Aslında sadece bu tür etkili teknolojiler ve ürünleri hakkında değil, genel anlamda bilim için de aynı tartışma yapılır. Bilim insanlığı kurtaracaktır veya felakete sürükleyecektir. Gerçekten bilimin veya teknolojinin böyle bir gücü var mıdır?
Tartışmaya başlamadan önce birkaç noktaya dikkat çekelim: Birincisi, yukarıda adı geçen teknolojiler ve teknolojik ürünler ilk ortaya çıktıklarında büyük heyecan yaratmışlardır ama bir kez yaygınlaştıktan ve günlük hayatın parçası olduktan sonra bu heyecanlı tartışma bitivermiştir. İnsanlık ne batmış ne de kurtulmuştur. Bu teknolojiler elbette insan ilişkilerini etkilemişler ve toplumu değiştirmişler. Ama giderek sıradanlaşmışlar, genel toplumsal gidişat tarafından deyim yerindeyse soğurulmuşlardır. Olumlu veya olumsuz anlamda devrimsel dönüşümlerin öznesi olamamışlardır.
İkincisi, insanlar bazı çağlarda bilim ve teknoloji hakkında büyük umutlar beslerken ve neredeyse kutsarken, bazı çağlarda ise bilimsel-teknolojik gelişmelerden ürkme ve korkma eğiliminin daha başat olduğu görülür. Bu iki zıt eğilimin toplumda, bazen birinin bazen de diğerinin öne çıkmasının bir nedeni olsa gerek.
Bunlar, bilim ve teknolojinin “belirleyen” değil, başka bir belirleyenin “araçları” olduğunu, yani “özne” değil “nesne” olduğunu gösteren olgulardır.
***
Uygarlık (yani sınıflılık) ile birlikte, bilim ve teknoloji etkinliği, salt insan-doğa ilişkisinin nesnesi olmaktan çıkar, aynı zamanda insan-insan ilişkisinin de nesnesi haline gelir. Zaten bu dönemden itibaren bu etkinlikler kurumsallaşır ve önceleri “doğa bilgisi” diyebileceğimiz şey “bilim”e, “üretim teknikleri/yaşam araçları” diyebileceğimiz şey de “teknoloji”ye dönüşür (tıpkı çeşitli inançların kurumsallaştırılıp dine, kabile şefliğinin devlete dönüşmesi gibi).
Bu, şu anlama gelir: Uygarlık ile birlikte artık bilim ve teknoloji, mevcut üretim ilişkilerini yöneten ve yönlendiren hakim kesim ve sınıfların elindeki kurumsal birer araçtırlar. Dolayısıyla toplumsal ilişkilerden koparılarak, kendi başlarına ele alınamazlar. Kimin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirildiği, kimin tarafından kullanıldığı, kimin yararına kullanıldığı ve mülkiyetinin kimde olduğu sorularını sormak ve yanıt bulmak, bilimsel ve teknolojik gelişmelere ilişkin tutarlı ve gerçekçi tavırlar alabilmek için şarttır. Yoksa, ister derin bir kaygı ister büyük bir coşku biçiminde olsun, mistik tutumların ötesine geçilemez.
Yani insanlığı felakete sürükleyecek veya kurtaracak olan nükleer enerji, İnternet, yapay zekâ, genetik müdahaleler vb. değil, bütün bunların içinde geliştiği üretim ilişkileri (toplumsal sistem) ve bu ilişkileri yöneten hakim sınıflardır. Korkacağımız veya sorgulayıp hesap soracağımız, coşku duyacağımız veya kutsayacağımız şey bu ilişkiler ve yönetenleridir.
Henüz cenin halindeki bebeğinizin genetik kökenli herhangi bir hastalığa sahip olduğu tespit edilse ve bu hastalığın DNA’ya müdahale ile düzeltilip bebeğin sağlıklı bir biçimde doğabileceği söylense, ne tutum alırdınız? Akıl hastalığı düzeyinde fanatik biri değilseniz (Cübbeli bile bedenini kadın hekime teslim etmişken!), sevinç gözyaşları ile hekiminize sarılırsınız. Ama aynı teknolojinin geçmişteki, günümüzdeki veya gelecekteki Nazilerin elinde olabileceğini insan düşünmek bile istemiyor değil mi?
E=mc2 (E: enerji, m: kütle, c: ışık hızı) formülünde m yerine 1 gram koyup ve o 1 gramdan dahi ne kadar enerji çıkacağını hesaplayıp enerji sorununun çözüleceğine sevinmez misiniz? Ama aynı bilimsel bilginin ve o enerjiyi denetleyebilecek teknolojinin Amerikan devletinin elinde nelere yol açtığını hepimiz biliyoruz.
Bilişim teknolojilerinden, yapay zekâdan veya nanoteknolojiden de benzer örnekler verilebilir, ama sanırım mesele anlaşıldı. Yakıcı sorun o bilimsel bilgiler ve teknolojiler değil, onların kimin mülkiyetinde olduğudur.
Kırmızı çizgiyi burada çizelim, ama tartışmanın (analizimizin) henüz başında bulunduğumuzu da bilelim. Bu noktada kalınırsa bilim ve teknolojinin üretim ilişkilerinden bağımsız ve sınıflarüstü olduğu, kim kullanırsa onun işine yarayacağı gibi yüzeysel bir yaklaşıma kapılabiliriz ve sistem eleştirimizi derinleştirmemiş oluruz.
***
Bilim ve teknolojinin, kimin ne için kullanacağından öte bir sınıfsallığı da yok mudur? Vardır, ama bunu kavrayabilmek için daha geniş süreçleri ele almak ve söz konusu üretim ilişkilerinin -deyim yerindeyse- temel güdülerini ortaya çıkarmak gerekir.
Her toplumsal sistemin, her uygarlık modelinin veya tarihe adım atan her sınıfın insan-insan ilişkisine olduğu gibi insan-doğa ilişkisine de yaklaşımı farklıdır. Haraçlı üretim ilişkilerinin (aristokrat sınıfların) ihtiyaçları ile kapitalist üretim ilişkilerinin (burjuvazinin) ihtiyaçları farklıdır. Bu farklılıklar yeni felsefi yaklaşımları, yeni düşünce biçimlerini, evrene, doğaya, topluma ve insana dair yeni bakışları, yeni bir bilim anlayışını, giderek yeni teknolojileri doğurur.
Burjuva uygarlık modelinin (kapitalist ilişkilerin) doğuşunda ve gelişiminde bütün bunları görüyoruz. Elbette bu uygarlık modelinin doğuş ve gelişim döneminin yaklaşımları ile duraklama, gerileme, yozlaşma dönemlerindeki yaklaşımları da farklılaşır. Ama bu ayrı bir konu…
Bir köşe yazısında fazla derinleşemeyiz, ama konunun bu yönünü gözden kaçırmamak, kapitalist uygarlık modelini aşan yeni bir modelin ancak bu kapsamda bir eleştirinin eşliğinde, yepyeni bir yaklaşımlar ve bakışlar bütünü sonucunda oluşabileceğini anlayabilmek için gereklidir.
Kapitalizmi aşma çabası onunla aynı kulvarda yarışma ve geçme ile sınırlanırsa, en iyi ihtimalle geçilir ve bir bakılır ki daha “iyi” ve daha “gelişmiş” bir kapitalist olunmuş.
Toparlarsak: Mevcut bilimsel-teknolojik gelişmelerin kimlerin elinde ne amaçla kullanıldığını amansızca sorgulamak ve mümkün olduğunca emekçiler lehine kullanılması için mücadele etmek gerekir. Bu, sınıf mücadelesinin çok önemli bir cephesidir. Ama bu mücadele, yepyeni bir modeli oluşturma ve o modelin taşlarını yavaş yavaş döşeme perspektifiyle verilmelidir.
Kısacası, felaketleri önlemek ve kurtuluşun yolunu döşemek emekçilerin ve onların aydınlarının kendi ellerindedir. İş başa düşmüştür yani… Modernite de en genel anlamıyla budur zaten: işin başa düşmesi.