Türkiye sosyalist hareketi içindeki bizim kuşağın (78 kuşağı) tarihi, bir yönüyle sosyalistlerin birliği tartışmaları ve girişimleri tarihidir. Bizler 68li ağabey ve ablalarımızdan bölünmüş, hatta parçalanmış bir sol devraldık ve bunu daha da derinleştirerek devam ettirdik. Bu durumdan tabii ki hoşnut değildik; zaten o nedenle yaşamımız sonu gelmez birlik tartışmalarıyla geçti ve hâlâ da geçiyor.
Birlik girişimlerinin istisnasız hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu, mevcut tablodan da anlaşılabilir: Bugün Türkiyede otoritesini kabul ettirmiş, sosyalistlerin çoğunluğunu çatısı altında birleştirmiş veya bu yönde umut veren, gerçekçi iddia sahibi olan bir sosyalist parti/örgüt yoktur.
Bu, yeni bir olgu da değildir; en az 50 yıldır durum böyledir.
Son 50 yıl içindeki, hemen aklıma gelen (daha ayrıntılı düşünülse sayısı artırılabilecek) bölünmeleri ve başarısız birlik girişimlerini sıralayayım:
- Türkiye İşçi Partisinin (TİP) bölünmesi (1960ların sonunda).
- Dev-Yol / Dev-Sol bölünmesi (1978).
- Sovyetler Birliğine eleştirel yaklaşan ve anti-revizyonist diye nitelenen grupların birlik çabasının başarısızlıkla sonuçlanması (1970lerin ikinci yarısı).
- Sosyalist Parti girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması (1980lerin ikinci yarısı).
- Özgürlük ve Dayanışma Partisinin (ÖDP) başarısızlığı.
- İşçi Partisinin (İP) başarısızlığı.
- Türkiye Komünist Partisinin (TKP) önce iki sonra üç parçaya bölünmesi (2014-hâlâ devam ediyor)
- Birleşik Haziran Hareketinin (BHH) başarısızlığı.
Yukarıda saydıklarımın hepsi muhataplarınca ayrı ayrı tartışılabilir ve gerekçelendirilebilir. Bir kısmı hâlâ sıcaktır da. Ama bu haklı gerekçeler ve açıklamalar genel tabloyu değiştirmez, hatta daha da berraklaştırır.
Peki, bunca tartışmaya, harcanan bunca emek ve enerjiye rağmen, neden bölünmeler durdurulamamış ve bütün birlik girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır?
Kaldı ki, ele aldığımız dönem, sola yönelik en ağır saldırıların yaşandığı (12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri, Sosyalist Bloğun çökmesi ve dünya çapındaki neo-liberal dalga, AKP marifetiyle rejim değişikliği, Ortadoğuya emperyalist müdahaleler vb.), dolayısıyla omuz omuza mücadele etme gereğinin her zamankinden fazla olduğu bir zaman kesitidir.
Madalyonun diğer yüzüne bakarsak, cumhuriyet tarihinin en büyük emekçi ve halk hareketlerinin yaşandığı (70lerin ikinci yarısı sosyalizmin kitleselleşmesi, 90 başlarındaki büyük işçi hareketleri, cumhuriyet mitingleri, Haziran Direnişi vb) ve dolayısıyla büyük fırsatların doğduğu bir dönemdir de.
Bu tabloyu Türkiyenin havasına suyuna bağlayamayız tabii. Topumuz birden de kibirli, tekkeci, olgunluk yoksunu, sorumsuz insanlar olamayız; içimizde mutlaka böyle olmayanlar
da vardır. Başarısızlıkları devletin veya yerli-yabancı istihbarat örgütlerinin girişleriyle açıklamak da kolaya kaçmak olacaktır. Herkesin kendi işini yapması mücadelenin nesnelliğidir zaten.
Ülkenin fazla gelişmemiş toplumsal yapısının, kişisel zaafların, düşman girişlerinin etkisi elbette vardır. Fakat bunların hiçbirinin belirleyici etken olduğunu düşünmüyorum.
***
Bunca deneyimden sonra sanırım ulaşılması gereken genel sonuç şu: Sosyalistlerin birliği meselesi bir devrim meselesidir.
Tartışılarak değil, devrimci çıkışlarla çözülebilecek bir meseledir. İçe ve yakın çevreye dönülerek, birbirimizle didişerek değil, dışa dönülerek çözülebilecek bir meseledir. Zayıflığa ve güçsüzlüğe çare olarak değil, tam tersine başarıya kilitlenerek çözülebilecek bir meseledir. Olası ittifaklara değil, özgüce dayanılarak çözülebilecek bir meseledir.
Kısacası birleşmeye odaklanarak değil mücadeleye odaklanarak sonuç alınabilecek bir meseledir. Birlik, başarılı mücadelenin bir yan getirisidir.
Bir köşe yazısının kısıtlı çerçevesi içinde bu önermeleri hakkıyla (bütün boyutlarıyla) tartışamayız. Konuyla ilgilenenlere farklı bir perspektif sunmak amacıyla şu tarihsel süreçlerin -bu açıdan da- incelenmesini önerebilirim:
- Peygamber enflasyonunun yaşandığı bir dönemde, Muhammedin çıkışı ve İslamiyetin kuruluş öyküsü (Maxime Rodinsonun Muhammed: Yeni Bir Dünyanın ve Peygamberin Doğuşu adlı kitabı bu açıdan okunabilir).
- 13.-14. yüzyıl Anadolusunda küçük bir uç beyliği olan Osmanlının kısa denebilecek bir süre zarfında diğer bütün beylikleri birleştirerek bir imparatorluğa dönüşmesi (Paul Wittekin Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu adlı kitabı ve Hikmet Kıvılcımlının Osmanlı Tarihinin Maddesi adlı kitabının ilgili bölümleri bu açıdan okunabilir).
- Mustafa Kemal ve arkadaşlarının önderliğindeki Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleriyle Anadolu birliğinin yeniden sağlanarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu.
- Bolşevik Parti önderliğindeki Ekim Devrimi sürecinin özellikle Nisan-Ekim 1917 arası.
- Çin Devriminde özellikle Uzun Yürüyüş süreci.
Yukarıda vurgulanan dönemlerin hepsi başarılı birer devrim süreci oldukları gibi, başarılı birer birlik ve birleştirme sürecidirler de. Bir de bu açıdan incelenmeleri, öncülerin birliğinin nasıl sağlanabileceğine ilişkin kafa açıcı olabilir.
Kendi yakın tarihimizden örnek verecek olursak, sosyalistlerin birliğinin -kısa süreli ve kendiliğinden de olsa- sağlanabildiği iki tarihi ana dikkat çekebilirim: Birincisi Ocak 1991deki Zonguldak-Ankara büyük madenci yürüyüşü; ikincisi de 2013 Haziran Ayaklanması. Bu iki örnek de hepimizi ister istemez hizaya sokan güçlü yapıştırıcıların neler olabileceğine ilişkin fikir verebilir.
Son olarak, birlik meselesinin, doğru program-doğru örgüt yapısı-doğru eylem çizgisi meselesinin bir alt başlığı olduğunu da özellikle vurgulamak gerekir. Öyle her ortaya atılanın da birliği sağlayabileceği ve devrim yapacağı sanılmasın. Yukarıda verilen örnekler, bizzat kendi zaman ve mekânlarındaki onlarca ve yüzlerce başarısız girişimin ortasında parlayan yıldızlardır.
Dediğim gibi konunun çok fazla boyutu var. Bu kısa yazıda kendimizce bazı ipuçları tespit etmeye çalıştık sadece.