Cephe neresi?

Ender Helvacıoğlu

Kürt sorunu PKK sorununa, çözüm de savaşçı yöntemlere indirgendiğinde aklıselim bir tartışma yapmanın olanağı kalmıyor. Kulaklar bu tür önerilere kapalı oluyor. Fakat biz yine de -şimdilik tarihe not düşmek düzeyinde de kalsa- bunu yapmak durumundayız. Çünkü temeldeki sorun bütün haşmetiyle ortada durmaktadır.

İlk olarak şunu saptamak zorundayız: Kürt sorununu iç dinamiklerini harekete geçirerek çözemeyen Türkiye, bu sorun ile uluslararası düzlemde uğraşmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

Türkiye derken ayrı ayrı hem Türk Devletini hem de Türkiye sosyalist hareketini kastediyorum. Çünkü sosyalistler de bu sorunun çözümüne ilişkin geçerli ve gerçekçi bir strateji oluşturamadılar.

Denebilir ki, emperyalistler ve özellikle ABD bu soruna müdahale etti ve günümüzdeki sonuca gelindi. Doğru, ama emperyalistlerin zaten işi bu. Burada anti-emperyalist (en azından Türkiyeci) olduğunu iddia eden odakların bu emperyalist müdahaleyi boşa çıkaracak bir strateji geliştiremediğinden söz ediyoruz. Yani amiyane sözlerle, emperyalistler işini yapmış ama biz pek yapamamışız ki, şu anda Kürt sorunu ABDnin, ABnin, Rusyanın, İsrailin oturduğu sofrada meze olmuş durumda.

Yapılamaz mıydı, becerilemez miydi? Bu soruya salt geçmişe dönerek yanıt aramanın fazla bir anlamı yok. Fakat tarihimizin en yoğun emperyalist müdahalesine Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimleri ile yanıt veren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bizzat vatan savaşı (evet, gerçek vatan savaşı!) sürecinde izledikleri Kürt politikasının incelenmesi anlamlı bir ders olabilir (bütün belgeler yayınlanmış durumda, isteyen inceleyebilir).

Bu coğrafyanın bir mecburiyeti var: Türk artı Kürt. Bu denkleme uyulmazsa işte bugünkü tablo ortaya çıkar. Kemalist kadrolar -en azından Kurtuluş Savaşı sürecinde- bu denklemi özenle pratiğe geçirdiler. Beceremeselerdi, Türklerin nasibine Sevrin, Kürtlerin nasibine de sınırları cetvelle çizilmiş petrol şirketi niteliğindeki bir sömürgenin (Ortadoğu böyle sözde devletlerle dolu) düşeceği kesindi.

Son 35 yıla baktığımızda, sosyalistlerin eline iki kez bu denklemi devrimci tarzda hayata geçirebilme fırsatı geçti. Birincisi, 1990ların başında, işçi sınıfının Bahar Eylemleri ve Büyük Zonguldak Madenci Yürüyüşü dönemiydi. İkincisi ise 2013 Haziran Direnişi süreciydi.

İki fırsat da değerlendirilemedi. Bizim zaaflarımızı ve basiretsizliklerimizi bir kenara yazalım; onları ayrıca tartışırız. Ama bu iki süreçte de Kürt hareketi liderliği (yani PKK) bu denklemin devrimci bir biçimde hayata geçirilmesinin önüne bilinçli olarak taş koydu.

Kısacası Türk devleti ilkel milliyetçi ve inkârcı yaklaşımıyla, PKK da emperyalistlerin güdümünü benimseyerek Türk artı Kürt denklemi yerine Türk eksi Kürt veya Kürt eksi Türk bölücü denkleminde karar kıldılar. Yani farklı kutuplardan aynı politikayı uyguladılar. Ve bugüne gelindi…

Artık iş işten geçti; bir dönem bitti. Dahası araya -oluk gibi akmaya devam eden- kan girdi! Artık Kürt sorunu -verili paradigma içinde- Ankara-Diyarbakır hattında çözülebilecek bir sorun olmaktan çıktı. Artık Washingtonda, Moskovada, Brükselde, Tel Avivde, hatta Pekinde tartışılıyor.

Ne yapacak Türk devleti? Diyarbakırla çözemediği sorunu, bir Washingtona bir Moskovaya sırnaşarak mı çözecek? Kendi coğrafyasında eline yüzüne bulaştırdığı soruna Irak ve Suriye bataklıklarında mı çözüm arayacak? Olanağı yok ya, diyelim ki her şey dilediği gibi gitti; Afrinden girdi Kandilden çıktı… Kucağında kan revan içindeki bir Kürt sorunuyla baş başa kalacaktır. 12 Eylüldeki Diyarbakır Cezaevinden neyin doğduğunu bilenler, böyle bir durumda gelecekte nelerin doğabileceğini de hesap edebilirler. Emin olun, en iyi ihtimalle Sevrdir bu çizginin sonu!

Ne yapacak PKK? Hangi emperyalist satranç oyuncusunun gambit hamlesinin malzemesi olacağına mı karar verecek? (Gambit: Satrançta pozisyon avantajı sağlamak için bir taşı karşılıksız feda etmek) PKK, 1990ların başından itibaren Kürt sorununu, bölgeye yönelik emperyalist müdahalenin yaratacağı boşluklardan yararlanarak çözme yoluna girdi. Sorunu bölge halklarıyla değil emperyalistlerle işbirliği yaparak çözmekte karar kıldı. Bu çizgi Amerikan komutasına girmekle sonuçlandı.

Gerek Türk devletinin gerekse PKKnın artık geri dönüşleri yoktur. Çünkü artık iplerin ucu kendi ellerinde değildir. Ve bedeller ödenmeye başlanmıştır.

***

Peki, ne yapacak Türkiye solcusu, sosyalisti?

Bir kere şunu saptayalım: AKP-MHP ortaklığı tarafından ele geçirilmiş devletin veya ABD komutasına girmiş PKKnın stratejilerine şu veya bu oranda eklemlenerek bir solculuk yapılamaz. Solculuk yapıp yapmamak o kadar dert değil; halk lehine bir çözüm üretilemez. Bu çizgide ısrar edenler veya küçük hesapları yüzünden kendilerini bir türlü sıyıramayanlar artık ne solcudurlar ne de halkçı. Bitmiştir artık bu tür solculuk. Çünkü asılları savaş meydanındadır ve suretler komik kaçmaktadır.

Bugün yaşanan ve uzun süreceği de belli olan savaş ortamında, sosyalistler açısından, ne savaşa evetle ne de savaşa hayırla devrimci bir strateji üretilebilir. Çünkü savaş bizim irademizin dışında; hatta savaşanların da iradelerinin dışında. Dolayısıyla evet ya da hayır demenin fazla bir anlamı yok. Tek bir anlamı olabilir: Taraflardan birine kefil olmuş olursunuz ve onunla aynı kaderi paylaşırsınız. Tabii o kader emperyalistlerin biçtiği bir kader olacak.

Tek bir strateji izlenebilir: Dayatılan koşulları (verili paradigmayı) kökten reddiye ve yeniden Samsuna çıkmanın -günümüze özgü- koşullarını oluşturmaya çalışma. Çünkü belli ki bu savaşın sonucu ne olursa olsun (veya hangi yöne giderse gitsin) böyle bir ihtiyaç doğacak.

Türkiye büyük bir coğrafyadır. Ve öyle gözüküyor ki, asıl savaş, bugün cephe gibi görünen yerde değil, bugün cephe gerisi gibi görünen yerde yaşanacaktır.

Diyebilirler ki, cephede olmayan cephe gerisinde olabilir mi? Biz de deriz ki, cephe neresi? Neden birileri adına ezeceğimiz veya ezileceğimiz yeri cephe kabul edelim ki?