Dipteki insanı kazanan iktidar olur (dipteki insan derken başta işçi sınıfı olmak üzere emekçileri kastettiğimi baştan söyleyeyim ki, lümpen proletaryadan medet umuyor muhabbeti olmasın). Bunu herkes bilir ve iktidar olmak isteyen herkesin stratejisi budur.
Sağcısı-solcusu, gericisi-devrimcisi, faşisti-sosyalisti, burjuva örgütü-emekçi örgütü… Her kesimin iktidar yürüyüşü dipteki insanı bir şekilde kazanmaktan geçer. Dipteki insanı kaybeden de iktidardan düşer.
Mustafa Kemal, Menderes, 27 Mayıs, Demirel, Ecevit, 12 Eylül, Özal, Erdoğan, hatta Kürt illerinde PKK bile dipteki insanı kazanarak, ona bir kimlik vererek iktidara yürümüş ve almışlardır. Sonrası ayrı konu…
Devrim de, karşı-devrim de kimliksizlere bir kimlik kazandırarak (benimseterek), kimsesizlerin kimsesi olarak, çaresizlerin çaresi olarak gerçekleşir. Bu bağlamda, Mustafa Kemal, Lenin, Mao da böyle iktidara yürümüştür; Hitler ve Mussolini de… Yöntemler, araçlar, hedefler, gelecek perspektifleri ve en önemlisi sınıfsal konum tabii ki farklıdır; onu tartışmıyoruz.
İktidar mücadelesinin belirleyici cephesi budur. Diğer bütün cephelerdeki mücadele, bu belirleyici cepheyi güçlendirmek için yapılır.
Elitizm hiçbir zaman iktidara yürüyüş stratejisinin ideolojisi olamaz. İktidara geldikten sonra elitist olunabilir; genellikle de olunur. İktidara popülizm ile yürünür. Bu popülizm, halkın yüzyıllar içinde birikmiş tortularıyla, gerilikleriyle, kirleriyle uzlaşarak ve bunları besleyerek de yapılabilir; halkın ilerici potansiyellerine yaslanarak, öncülük ederek ve onu bilinçlendirerek de… Yapanın niteliğine bağlı… Ama yapılan şey, gerici veya ilerici anlamda popülizmdir.
Bir örnek verelim: Entelektüeller Tanrıyı reddeder; emekçiler ise Tanrıya isyan eder. İsyan ile buluşamayan bir reddiye, taş çatlasa tarihe bir not olarak kalır. Fakat isyan, ilerledikçe ve derinleştikçe reddiye ile buluşabilir. Reddiye-isyan diyalektiğinde belirleyici olan isyandır. Reddedenler politik bir dertleri de varsa bunun bilincinde olmalı ve reddiyelerinin içeriğini isyan pratiği ile biçimlendirmelidirler.
Öte yandan devlet içindeki bazı odaklara veya emperyalist güçlere yaslanarak iktidar olabileceklerini, iktidar katlarında bir yer edinebileceklerini sananlar da fena halde yanılırlar. Çünkü gerek devlet gerekse emperyalistler açısından bir politik odağa destek vermenin en önemli kıstası o odağın dipteki insanı ne kadar etkilediği ve peşinden sürüklediğidir. Böyle bir gücü bulunmayan politik odak, en fazla kullanışlı olabilir.
Kendi politik tarihimizde de bunun pek çok örneğini gördük. Seçim barajlarını yıktıklarını, gümbür gümbür geldiklerini, Türkiyenin mecburiyetlerinin kendilerini çağırdığını iddia ederek seçimlere girenlerin, iddia ettikleri ile gerçekte aldıkları oyun arasındaki uçurumu ve verilen sözlerin tutulmadığını görünce nasıl hayal kırıklığına uğradıkları bilinir. Çünkü belirleyici mecburiyet göz ardı edilmiştir: Halkı kazanmak ve örgütlemek.
Gücün kaynağı halktır, emekçilerdir. Antikçağ imparatorluklarında da, ortaçağ hanedanlıklarında da, burjuva devletlerinde de, sosyalist pratiklerde de… Diğer bütün araçlar ve yöntemler (kandırarak, zorlayarak veya bilinçlendirerek) bu güce erişebilmek içindir. Din ve tanrı da bu amaçla icat edilmiştir; milliyetçilik de, devrimci kuramlar da…
***
Malumun ilanı demek olan bu saptamaları vurgulamamın nedeni, Türkiye solcularının ve sosyalistlerinin bu temel gerçeği unutmuş olmalarıdır. Hadi unutmuş demeyelim de, dipteki insandan uzaklaşmış, kopmuş ve bu durumu kabullenmiş, hatta bir bölümünün teorileştirmiş olmasıdır. Dolayısıyla kendileri için iktidar hedefinden de uzaklaşmış olmalarıdır.
Sosyalist bilinç emekçilere dışardan verilir, doğru. Fakat bu önermede vurgu sürekli dışardana yapılmıştır. Oysa asıl vurgu fiile, vermeye yapılmalıdır. Vermek için o emekçiye ulaşmak ve kendi pratiği içinde örgütlemek gerekir. Yoksa yaptığımız muhteşem açıklamalara emekçilerin kulak vermesini boşuna bekleriz.
Devrim, en dipteki insanın, devrimden başka çaresi kalmamış insanın ihtiyacıdır; zaten devrim de o insanın dönüşümü demektir. Devrimden başka çaresi bulunanlar (bireylerden değil toplumsal kesimlerden söz ediyorum) ne diye böyle bir riski alsınlar ki? Reformlarla yetinebilirler; tavizler vererek, uyumlulaşarak idare edebilirler; hiç olmadı bireysel kaçış yollarını deneyebilirler. Devrimci bir örgütün omurgası dipteki insanlardan oluşmalıdır. Bu gerçeği göz ardı eden politik odak -söylemi ne olursa olsun- pratikte reformcu olur, kuyrukçu olur, ama devrimci olamaz.
Bugün sistemin sosyalistleri sıkıştırdığı korunaklı bölgelerde ve alanlarda kalınarak, bırakalım iktidar yürüyüşünü, devrimci bir çıkış yapmanın dahi olanağı yok. Buralardan merkez sağ çıkar, sosyal demokrasi çıkar, devletçilik çıkar, liberalizm çıkar, reformculuk çıkar, maceracı eğilimler de çıkabilir; ama devrim ve sosyalizm çıkmaz. Yıllardır yaşadığımız pratik bunu bize göstermiş olmalı.
Bu sıkışmışlık kırılmak, sosyalist dipteki insanla buluşmak (daha doğrusu bulaşmak) zorunda. Eğer devrimde ve sosyalizmde ısrar edilecekse başka hiçbir çıkar yol yok.
Bu buluşma eninde sonunda gerçekleşecek. Ya sosyalist dipteki insanla buluşacak yada dipteki insan sosyalistle…
Öyle gözüküyor ki, gelinen noktada, sosyalistlere bilinç dışardan verilecek! (Aslına bakılırsa, zaten yıllardır dışardan veriliyor. Ama bu dışarısı, bizim arzu ettiğimiz adres değil.) Haziran Direnişi bir doz vermişti ama yetmedi. Üzerimizdeki ölü toprağı kalın, birkaç kat yüksek bir doz gerekiyor.
***
Bu perspektifin politikaları ve araçları tartışılmalı. Önümüzdeki seçimlere de bu perspektifle yaklaşmak gerek. Sadece korunaklı bölgelerimizi korumayı hedeflersek, korunaklı bölgelerimizi de koruyamayabiliriz.
Not: Bu bir eleştiri, ama öncelikle bir özeleştiri yazısı.