Bilim, her şeyi bildiğini iddia etmez. Bilimsel düşünce ve yöntemin önermesi her şeyin bilinebileceğidir. Her şeyin bilindiğini ve insanlara iletildiğini söyleyenler dinsel düşünce biçiminin savunucularıdır.
Bu iki düşünce biçimi ve onların bilgiye ulaşım yöntemleri birbirine zıttır.
Dinsel düşünce biçimine göre bilginin kaynağı doğaüstü/fizikötesi bir güçtür, yani insanın dışındadır ve bu kaynaktan gelen bilgi tartışılmaz, sorgulanmaz. İnsana düşen, bu mutlak doğruları değişen koşullara göre yorumlamaktan ibarettir. O da herkesin (sıradanın) harcı değildir, ancak üstün insanların tasarrufu olabilir.
Bilimsel düşünce ve onun yöntemine göre ise, bilginin kaynağı maddi hayattır, yani toplumsal pratiktir. İnsan, deney ve gözlem yaparak, veri toplayarak, bu verileri sistematize ederek, usa vurup nedenini düşünerek (tabii aynı süreçlerden geçerek oluşturulmuş önceki bilgileri edinerek) daha doğru ve kapsamlı bilgiye ulaşır. Bilgiye ulaşmanın yolu sürekli değişen madde ile haşır neşir olmaktır ve bu süreç sonsuzdur.
Buradan iki sonuç çıkar: Birincisi, doğru mutlak değildir, sürekli değişir ve gelişir (çünkü madde/doğa/yaşam değişir ve dönüşür). İkincisi ve daha önemlisi, bilgiye (doğruya) ulaşımın motoru metafizik bir gücün vahiyleri değil insanın tasarrufudur. Daha doğrusu kolektif emektir.
Hani çok bilinen bir söz vardır ya, sevgi emektir diye… Sevginin kaynağının, sevenler arasındaki toplumsal, duygusal pratiğin yeniden ve yeniden üretilmesi olduğunu vurgular. Tıpkı onun gibi bilgi emektir, kolektif emek…
Görüldüğü gibi, din mutlak bilgi kaynağına ve onun yeryüzündeki elçilerine/temsilcilerine biat etmeye, kulluk etmeye; bilim ise insanın aktifleşmesine (özgürleşmesine, kendi kaderini ellerine almasına), yani emeğe vurgu yapar.
Özgürlük, demokrasi, laiklik, aydınlanma, eşitlik gibi büyük insanlık ideallerinin temelindeki kuramsal yaklaşım budur.
Biraz sonra başka bir bağlamda dönmek üzere şimdilik bu konuyu noktalayalım.
***
Bilim ile politika iki farklı insanlık etkinliği. Birbirinden farklı yöntemleri, yasaları, kuralları, tarzları var. Bilim yapar gibi politika da yapılmaz, politika yapar gibi bilim de…
Çok bilinen bir örnek Galileinin başından geçenlerdir. Galilei, teleskopunu gökyüzüne çevirdiğinde gördüğü olguları sistemleştirip ilan ederken bilim yapmıştır; Engizisyonun ölüm tehdidi altında düşüncelerinden vazgeçtiğini söyleyip insanlığa yeni bir bilimi armağan ettiği ünlü eserini bitirmek için zaman kazanırken ise politika.
Bu iki tutumun sentezini Galileiden beklemek haksızlık olurdu. Bu sentezi insanlık sonraki toplumsal pratiği içinde yapmış ve konu giderek ayağa bile düşmüştür: Dünya dönüyor sen ne dersen de, yıllar geçiyor fark etmesen de!
Fakat bu iki büyük insanlık etkinliği (bilim ve politika) birbirinden tamamen soyutlanmış ve kopuk alanlar da değildir. Bir kesişim kümeleri bulunur. O da bilimsel düşüncenin ışığı ve yöntemidir.
Bilimsel yöntemi rehber edinmeyen, gerek topluma yönelik politikalarını gerekse içe dönük işleyişlerini bu rehber ışığında tespit etmeyen politik örgütler önünde sonunda şapa otururlar.
Kaldı ki, bilim yapar gibi politika yapılamayacağı gerçeği de bilimsel yöntemin politika alanına uygulanmasından çıkmış bir önermedir.
Bu parantezi de kapayalım.
***
Peki, bilimsel düşünceyi ve yöntemi benimsediklerini söyleyenler dinsel düşüncenin kalıntılarından, yansımalarından bağışık mıdırlar?
Bu, o kadar kolay değil. Dinsel düşünce ille de yukarıda özetlediğimiz arkaik biçimiyle ortaya çıkmayabilir. Binlerce yıllık bu düşünce ve yaklaşım tarzı, sadece Tanrı, elçileri ve kulları biçiminde peydahlansa işimiz nispeten kolaydı. Ama reis diye ortaya çıkabilir, şef diye ortaya çıkabilir, hatta tartışılmaz lider, yüce önder, yanılmaz başkan diye de ortaya çıkabilir. Ve tabii, onların dalkavukları, şakşakçıları…
Bu tür kalıntılara, kendilerine sol, sosyalist diyen kurumlarda bile rastlanabilir. Hatta buralarda çok daha rafine ve kolektif biçimde ortaya çıkabilir.
Tabii ki bu durumun toplumsal koşullardan kaynaklanan nedenleri var, ama bu yazıda sonuçlar ile ilgiliyiz.
Dış dünyaya sımsıkı kapalı küçük bir dünya oluşur. Bu küçük dünyanın kendi iç mantığı vardır ve o çerçeve içinde mutlak doğrudur, iş de görür. Bu küçük dünyanın sınırlarına yönelik dışardan veya içerden gelebilecek en ufak etki, büyük bir tepki ile karşılanır. Özellikle içerden gelen etkiler tehlikelidir, ağır biçimde suçlanır ve kusulurlar.
Bu küçük dünyaların tanrıları söyledikleri/yaptıkları her şey mutlak doğru kabul edilen tartışılmaz liderlerdir. Bu söylenen ve yapılanlara karşı çıkanlar ise münafık.
Küçük dünyanın -kaçınılmaz olarak ortaya çıkan- dış dünya ile olan uyumsuzlukları, yine küçük dünyanın kendi mantığı ile karşılanmaya çalışılır. Bunlar düşmanın oyunlarıdır; içerdeki uyumsuzlar da düşmanın işbirlikçileri, psikolojik savaşın aletleri.
Dış dünya değiştikçe, küçük dünya bu değişimi ya görmezden gelir ya da -giderek kutsallaşmış- kendi iç mantığı ile açıklamaya çalışır. Tabii sonuçsuz bir çabadır bu.
Uzatmayalım, sonuç ya küçülme, bölünme ve giderek parçalanmadır ya da tekkeleşme ve içe çökme. Örneklerini hepimiz yaşadık ve yaşıyoruz.
Panzehir aynıdır: Bilimsel düşünceyi içselleştirerek ve yöntemini benimseyerek politika yapmak. Olgulardan hareket etmek, maddenin değişiminin analizine yoğunlaşmak, tek ve mutlak bir doğru olduğu anlayışından kurtulmak, daha doğruya ancak kolektif emek ile ulaşılacağını kavramak.
Bilginin kaynağı kolektif emektir, bilimsel olanının da politik olanının da… Politik önderlik, her şeyden önce, bu kolektif emeğin kanallarını açmaya ve gözetmeye önderlik etmekle ilişkilidir.
***
Kral çıplak son derece yıkıcı ve devrimci bir insanlık sözü. Bu sözün, bir bilgeye değil de küçük bir çocuğa yakıştırılmış olması da anlamlı.
İnsan kendine bu sözü söyletmemeli, bu duruma düşmemeli. Bir yeni yetmenin arkasından (o da hâlâ saygı duyuluyorsa arkasından) şöyle seslenmesinden korkmalı: Dünya dönüyor sen ne dersen de, yıllar geçiyor fark etmesen de!
Bu korkuyu bütün siyasetçilere, tartışılmaz liderlere, reislere, şeflere, başkanlara, yöneticilere ve onların evet efendimcilerine öneririm.