Doç. Dr. Hasan Aydının İslam Kültüründe Felsefenin Krizi ve Aydınlanma Sorunu başlıklı yeni kitabı Bilim ve Gelecek Kitaplığından önümüzdeki günlerde çıkacak.
Hasan Aydın yapıtında, İslam kültür ve düşün tarihinin iki kritik dönemine yoğunlaşıyor. İlki, İslamın yükseliş ve doruk dönemi diyebileceğimiz 9.-13. yüzyıllar arası. İkincisi ise, ilkinin bitişiyle başlamasına karşın esas 19. yüzyıldan itibaren belirginleşen/keskinleşen ve hâlâ devam eden süreç.
Bu iki süreç de, farklı kültürlerle temasa geçen İslamın bir tür aydınlanma atağı gerçekleştirmesiyle başlayan dönemler. Hasan Aydın, ilki başlayıp bitmiş, ikincisinin ise ana safları ve temaları belli olmuş bu iki süreci şu soru bağlamında ayrıntısıyla inceliyor ve yanıt arıyor: İslam kültüründe gerçekleşen aydınlanma atılımları neden bir süre sonra duraklıyor ve donuyor? İlkinde neden böyle oldu; ikincisinde ne gibi tehlikeler yaşanıyor/yaşanabilir?
Aydının çalışmasını değerli kılan, hem kadim hem de son derece güncel olan bu sorulara ilişkin yaptığı tartışmalar ve ürettiği yanıtlar. Ulaştığı sonuçları burada özetlemeyeceğim. Ulaşan okur kendi okuma-düşünme-süzme serüvenini yaşayacaktır. Bu doğurgan kitaptan bana bulaşan birkaç soruya değinmeye çalışacağım sadece.
***
Hasan Aydın, Gazzâlî - İbn Rüşd tartışmasını, İbn Rüşdün hakim İslam anlayışına getirdiği eleştirileri, ortaya attığı kapsamlı felsefi-siyasi projeyi ayrıntılı olarak inceledikten sonra, şu saptamayı yapıyor: İbn Rüşdün İslam dünyasında okunduğuna, anlaşıldığına ve etki bıraktığına dair herhangi bir iz ve emare yoktur. İbn Rüşdün fikriyatı İslam dünyasında hiçbir toplumsal karşılık bulmamış. Buna Osmanlı dönemi de dahil.
Buna karşılık, İbn Rüşd Batıda, Rönesans döneminde Averros diye şöhret olmuş ve Averroism diye bir akım yayılmış. Modern dönemde de (19. yüzyılda) onu düşünce tarihinin derinliklerinden keşfedenler yine Batılı araştırmacılar.
Son derece ilginç bir durum ve bence kitabın kilit saptamalarından biri. Biz bu noktadan yürüyelim, çünkü günümüzdeki tartışmalara ve mücadelelere yansıması da var. Böylece talihsiz filozof İbn Rüşd, fikirleriyle değil belki ama, fikirlerinin neden bir toplumsal karşılık bulamadığının araştırılmasıyla, dolaylı da olsa bir esin kaynağı oluşturabilir.
***
13-15. yüzyıllar arası, sadece merkez İslam dünyasında değil, onun bir parçası olmakla birlikte henüz çevresi olarak tanımlanabilecek Anadoluda, hatta ortaçağ Doğu uygarlığının başka bir odağı olan Çinde de önemli bir zaman kesiti. O dönemlerde uygarlığın ağırlık merkezi olan -Çinden Osmanlıya kadar- Doğuda genel bir toplumsal iç hesaplaşma yaşanıyor.
Birbirinden oldukça farklı tarihsel olaylar ve süreçler, ama hepsinde ortak bir nokta var. Doğunun büyük merkezi-feodal imparatorlukları, o zaman kesitinde, şu soruyla karşı karşıya gelmişler: Feodalizmde devam mı, tamam mı? Ve hepsi aynı yanıtı vermişler: Devam! İşte bu devam kararı, İbn Rüşdlerin de idam fermanı olmuştur.
Tabii, bir referandum yapılmıyor; toplumlar alttan alta süren sınıf mücadelesinin sonucunda yollarını çiziyorlar. O dönemlerde Doğu imparatorlukları feodalizmin zayıf halkası değillerdi. Belli bir birikim oluşmuş, toplum kaynamaya başlamış ve bir yol ayrımına gelmişlerdi ama, feodal üretim ilişkileri henüz geliştirici barutunu tüketmemişti.
Ön-burjuva diyebileceğimiz unsurlar ve ilişkiler uç vermişti ama, henüz iktidar talep edecek güçten yoksundular. Dolayısıyla bu krizler, yeni feodal devrimlerle aşıldı.
Kısacası, İbn Rüşdler bir toplumsal maniveladan, fikirlerini alıp bayrak edinecek bir maddi güçten yoksundular, dayanacakları bir sınıfları yoktu. Bu nedenle İbn Rüşdün felsefi-siyasal projesi boşlukta kaldı ve İslam dünyasında hiçbir iz bırakamadı. Gazzâlînin bir sınıfı vardı, ama İbn Rüşdün yoktu.
Peki, o dönemde feodalizmin zayıf halkası neresiydi? Uygarlığın öncü odakları durumundaki büyük merkezi-feodal imparatorlukların çevresindeki coğrafya, yani Avrupa. Feodalizmi nispeten güçsüz ve çok-parçalı olan, kabuklarını kırıp gelişebilmek için başka bir yol bulmak zorunda olan, o ihtiyacı, yani başka yolu temsil eden bir sınıfın (burjuvazinin) serpilme olanağı bulduğu Avrupa… Kristof Kolombun dünyanın zenginliklerine ulaşmak için hırsla başka bir yol arayışı, Avrupada yeşeren bu yeni sürecin tipik sembolüdür.
İşte İbn Rüşd İslam coğrafyasında düşünce tarihinin karanlıklarına terk edilirken, Averrosun Avrupada hayat bulabilmesinin ve Rönesansın temelini oluşturan fikir akımlarından birinin temsilcisi olabilmesinin nedeni budur.
Gelelim günümüze ve kıssadan hisse: Düşünceler kendi başlarına dünyayı değiştiremezler. Ancak bir toplumsal güçle birleşebildikleri oranda dünyayı değiştirmenin bayrağı olabilirler. Tarih fikir münazaraları değil, sınıf mücadeleleri tarihidir. Entelektüeller bir toplumsal güçle birleşemedikleri sürece yok hükmündedirler! İbn Rüşdün dramından çıkaracağımız birinci ders budur.
***
İbn Rüşdün dramının ilkine bağlı ikinci bir boyutu daha var. Bu da kitapta çarpıcı bir biçimde anlatılıyor.
İbn Rüşd -Gazzâlî fikriyatına karşı ne kadar keskin eleştiriler getirse de- sistem içi bir düşünürdür, hakim paradigmanın dışında değildir. Hakim sistemin koyu karanlığı içinde aydınlık bir alan, bir özgürlük alanı açmaya çalışmaktadır; yani reformcudur. Bu özgürlüğü de ezilen halk için değil, kendisi için (felsefe ve felsefeciler için) talep etmektedir.
İbn Rüşd halkçı değildir; tam tersine seçkincidir. Hatta denilebilir ki, hakim İslamın has temsilcisi Gazzâlî, İbn Rüşde göre daha halkçıdır, halkla daha haşır neşirdir, çünkü onun halkı yönetilebilir kılmak diye bir derdi vardır.
İbn Rüşdün, halkın idare edilmesi için dinin işlevselliği ve gerekliliği konusunda hiçbir itirazı yoktur. O seçkinler için felsefe/düşünce özgürlüğü istemektedir. Felsefe yapma ve düşünme etkinliği zaten cahil halka göre değildir, bu etkinlik seçkinlere özgüdür; sıradan halka din yeter.
İbn Rüşd ve benzeri felsefeciler (Hasan Aydın, örneğin İbn Tufeylin de benzer yaklaşımını bu filozofun Hay bin Yakzan adlı eserini çözümlerken çok güzel anlatıyor) bu yaklaşımlarıyla halkı Gazzâlîlere teslim etmişlerdir. Daha da kötüsü kendi iplerini çekmişlerdir.
Denilebilir ki, İbn Rüşd daha ötesini isteyemezdi, dönemin nesnel koşulları buna izin vermezdi. Öyle değil, meydan o kadar da boş değil. Bu tartışmaların yaşandığı çağlarda İslam dünyası kaynamakta ve büyük halk isyanları görülmektedir. Babek isyanından Karmatilere, Hasan Sabbah ve Alamut devletinden Babai isyanlarına, Bedreddinden Celalilere kadar daha köktenci yollar arayanlar vardır.
Belki bunların hepsi erken öten horozdurlar, henüz zamanları gelmemiştir, yenilmişlerdir. Ama İslam dünyasında bir gıdımlık reform dahi yapılmışsa bu hareketler sayesindedir ve geleceğe iz bırakmışlardır. İbn Rüşd ise unutulup gitmiştir ne yazık ki…
İbn Rüşdün dramının ikinci boyutu da budur. Rüşdün bir sınıfı olmadığı gibi halkı da yoktur.
Bu da günümüz aydınlanmacıları ve entelektüelleri için bir ders olmalı. Günümüz Gazzâlîlerine karşı İbn Rüşdün yöntemiyle mücadele edemeyiz. Aydınlanma ve laiklik bir halk/toplum sorunu olarak kavranmadıkça, aydınlar felsefi ve bilimsel düşüncenin toplumsallaştırılmasının neferleri olmadıkça Gazzâlîlerle başa çıkmaya olanak yoktur.
***
Hasan Aydının yeni çıkan kitabını tüm ABC okurlarına öneriyorum. Bu tür çok sayıda ufuk açıcı dersler bulacaklardır kitapta.
Türkiye bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Ve bu hesaplaşmanın en önemli cephelerinden biri de aydınlanma ve laiklik. Türkiye toplumu, hatta bölgemizdeki toplumlar bir kez daha karar verecekler: Ortaçağ karanlığı mı, emekçi aydınlanması mı?
Bu hesaplaşmaya emekçi sınıfların ve halkın temsilcisi olarak müdahil olma iddiasındaki öncüler için bulunmaz bir donanım sağlıyor Hasan Aydının yapıtı.
Not: Bu yazımın daha geniş ve örneklendirilmiş versiyonu Bilim ve Gelecekin Kasım sayısında yayınlanacak.