Gemileri yaktılar, geri dönüş yok

Ender Helvacıoğlu

Zamanın oku geleceğe doğru; geçmişe dönemiyorsunuz. Bu önermeyi fiziksel düzlemde tartışmayı kuramsal fizikçilere bırakalım. Fakat toplumbilim alanında bu olguyu çok daha net görebiliyorsunuz. Eski mutlu dönemlere, altın çağlara dönüş arzusu kelimenin tam anlamıyla ütopyadır ve gerçekleşme olasılığı sıfırdır. Tarih boyunca bu tür eğilimler ve hareketler -tabii ki geleceğe bazı miraslar bırakmışlardır ama- kendi dönemlerinde hüsranla sonuçlanmışlardır.

Geçmişe dönülememesinin nedeni, geleceğin olasılıklı ve kaotik olmasıdır. Gelecek tam olarak belirlenmiş olsaydı filmi geri sarmak da mümkün olabilirdi; ama değil…

Kaldı ki önerme tersten de kurgulanabilir. Ogan Güner arkadaşım aktarmıştı, bir Rus deyişi şöyleymiş: Geçmiş öngörülemez! Geçmişin öngörülememesi (ki kesin olarak öngörülebilseydi tarih disiplini olmazdı), geleceğin kesin olmamasından kaynaklanır.

Kısacası, ne geçmiş ne de gelecek kaderdir. İkisi de gücümüz oranında ellerimizdedir.

***

Gerek dünya genelinde gerekse ülkemizde 500 yıllık (Türkiye için 150 yıl diyebiliriz) Modernite sürecinin kazanımlarının terk edildiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu eğilimi geriye dönüş, Ortaçağa dönüş olarak nitelemek -belki vurucu bir laf ama- pek doğru değil. Doğrusu, çağımızın hakim sınıfı olan küresel burjuvazinin ve onun devletlerinin Modernitenin kazanımlarına ihtiyaçlarının kalmamasıdır. Modernite, artık ayak bağıdır küresel burjuvazi için…

Bu konuyu daha çok aydınlanma ve laiklik bağlamında tartıştık. Fakat konunun bir o kadar önemli olan diğer boyutu siyasal sistemler (ve temel nitelikleri) meselesidir.

Burjuva uygarlık modeli ile birlikte insanlığın gündemine giren ve burjuva demokrasisi başlığı altında toplayabileceğimiz şu kavramlar günümüzde ne durumdadır?

- Toplum sözleşmesi

- Parlamenter demokrasi

- Kuvvetler ayrılığı

- Siyasal partiler sistemi

- Seçimler

- Hukukun üstünlüğü

- Yargının bağımsızlığı

- İnsan ve yurttaş hakları

- Özgür medya vb…

Aristokrasiyi tasfiye ettiği ve kendi sistemini kurduğu dönemde ilerici burjuvazi tarafından ortaya atılan bu kavramlar, günümüz küresel burjuvazisi için artık ayak bağı değil midir? Tipik bir örneğini, AKP iktidarı altında ülkemizde de yaşamıyor muyuz?

Marksistler olarak, hem bu kavramların emekçilerin mücadelesi sonucunda elde edilmiş -dolayısıyla sahip çıkılması gereken- yönleri olduğunu vurgular, hem burjuva niteliğinden kaynaklanan sınırlılıklarını eleştirir, hem de özellikle emperyalizm döneminde birer göz boyama aracına dönüştüklerinin altını çizerdik.

Bütün bu tespitler doğruydu. Ama artık günümüz burjuvazisi bu kavramları -bir göz boyama aracı olarak bile- takmıyor. Çünkü elinde çok daha etkin ve rafine, yüksek teknolojili manipülasyon araçları var.

Örneğin bugün Türkiyede gerek büyük burjuvazinin gerekse iktidarın, çoğunluğu az-çok memnun edecek bir toplum sözleşmesi oluşturmak gibi derdi var mıdır? Başkanlık sistemi ve partili cumhurbaşkanlığı ile birlikte artık parlamenter demokrasi ve kuvvetler ayrılığı gibi kavramlardan söz edilebilir mi? Hukukun üstünlüğü ilkesinin ve yargı bağımsızlığının tabutuna son çiviler de çakılmıyor mu? Siyasal partilerin politik yaşamın oluşmasında eski önemleri kalmış mıdır? Seçimlerin bir değeri var mıdır? İnsan hakları (özel mülkiyet hakkı da dahil) açıkça ihlal edilmiyor mu?

Bütün bunlar geçici bir despot iktidarın, o iktidar devrildiğinde ortadan kalkacak uygulamaları değildir. Bunlar, toplumdan ve üretimden ipini iyice koparmış bir sınıfın ve temsilcilerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik uygulamalardır. Bu sınıfın normali (düzeni, sistemi) budur. Türkiyede de, küresel sermayenin merkez ülkelerinde de…

Bakın, anlı şanlı (ve popüler) bir profesörümüz en iyi rejimin monarşi olduğunu açıkça söyleyebiliyor. Mevcut sistem çerçevesinde düşünüldüğünde (tabii eskisinden ayırmak için neo-monarşizm terimini tercih ederek) haklıdır da… Sistemin işlerinin yürümesinin gereği budur. Sanal olarak kazanılmış milyar dolarların ışık hızı ile dolaştığı ve el değiştirdiği bir dünyada, seçim, parlamento, yargı gibi frenlerle uğraşmanın bir anlamı var mıdır?

Eskinin derin devletinin asıl devlet olarak istikrar kazandığı bir döneme girmiştir dünya. İşler artık bütün gücü elinde toplamış reislerle yürüyecektir; bir mafya çetesinde olduğu gibi… Reisler birbirlerinin bahanesi ve gerekçesi olmaktadır. Halka da her türlü araçla bunun normal ve gerekli olduğu, başka çarenin bulunmadığı dikte edilmektedir. Kendi varlıklarının gerekçesi olarak, kendi yarattıkları korkunç dünyayı gösteriyorlar.

***

Son 30 yıldır birçok şeyin sonunun geldiği ilan edildi: Sosyalizmin, modernizmin, devrimlerin, ulus-devletin, emperyalizmin, anti-emperyalizmin, hatta tarihin… Bunların hepsi tartışmalı, hatta çoğunun uçuk iddialar oldukları da ortaya çıktı. Ama gerçekten sonu gelmiş olan bir şey varsa, o da burjuva demokrasisidir. Çünkü bu bitiş, hem toplumsal/sınıfsal bir temele dayanıyor hem de bizzat yaratıcıları tarafından bitirildi.

Dolayısıyla artık geri dönüş olasılığı yok. Ancak ileri gidebiliriz; çünkü gemiler -bizzat küresel burjuvazi tarafından- yakılmış durumda.

Yanlış anlaşılmasın, kabullenmenin teorisini yapmıyoruz. Söylemek istediğimiz, geçmişe öykünüp duran değil, geleceği kurmaya yönelik bir reddiye stratejisi oluşturmanın gerektiğidir. Bu sınıfın ve temsilcilerinin anladığı dilden konuşan bir iktidar stratejisi…

Küresel burjuvaziye karşı, burjuva demokrasisi ve burjuva aydınlanması mevzisinden başarılı bir mücadele verme olanağı yok. Böyle bir strateji sürekli savunmada kalmaktan, geçmişe ağıt yakmaktan, müzmin muhalefet yapmaktan (veya daha güçlüler tarafından kurtarılmayı beklemekten) öte bir sonuç vermeyecektir, vermiyor. Böyle bir çizginin halkı etkileme olanağı da yok. Emekçi halk eziklere acır, yaralarını sarar, ama peşinden gitmez.

Yine yanlış anlaşılmasın, kaba bir sistem karşıtlığından ve sürekli soyut bir geleceğe gönderme yapmaktan da söz etmiyoruz. Altın çağı geçmişte aramak ile uzak geleceğe havale etmek arasında bir fark yok.

Sosyalistler olarak henüz günümüz koşullarına uygun, aşamaları dikkate alan bir reddiye ve aşma stratejisi oluşturabilmiş değiliz. İdeolojik temalarımız, politik programlarımız, araçlarımız, örgütlenme ve siyasal çalışma tarzlarımız 50 yıl öncesiyle aynı. Kronikleşmiş sorunların en temeldeki kaynağı budur sanıyorum.

Devam ederiz…