Hangi sürecin içindeyiz?

Ender Helvacıoğlu

Cumhuriyet rejimi yıkıldı. Peki, yerine bir şey kondu mu? Bunu söylemek için henüz erken. Ama yıkan güçler bu yolda önemli bir adım attılar; sadece bir iktidar siyaseti değil, kendi rejimlerine uygun bir toplumsal zemin de yaratmış olduklarını gösterdiler.

Olguyu tersten de açıklayabiliriz (belki böylesi daha doğru olur): Bu toplumsal zemin hep vardı, ama giderek kendi siyasetine, iktidarına ve rejimine kavuştu.

Fakat şu soru hâlâ ortada, hatta daha da berraklaştı: Cumhuriyet rejimi mi bir parantezdir, yoksa cumhuriyet yıkıcılarının yaşadığımız atağı mı? Kim kimi kapayacaktır?

Bu soru eğer bu düzlemde de sorulur hale geldiyse, yanıt sadece siyasetle verilemez. Tarihe ve sosyolojiye de başvurmak gerekir.

Bu, şu anlama da geliyor: Yaşadığımız çatışma, sadece devlet veya politik toplum katlarında verilecek mücadelelerle çözülecek bir sorun değildir. Toplumsal (sınıfsal) bir mücadele gerekir. Sandıktan tersi bir sonuç çıksaydı da bu olguyu -belki daha da net bir biçimde- görecektik.

Bunu kavramak önemli. Hayal kırıklıklarına uğramamak ve hayaller peşinde koşmamak için…

Kısacası, taşlar yerine oturuyor. Çözüm anlamında değil, sorunların netleşmesi anlamında.

Türkiye’nin henüz çözüme kavuşamamış kadim sorunları bütün haşmetleriyle önümüzde duruyor: 1) Modernite-İslamcılık, 2) Cumhuriyet/Demokrasi-Monarşi, 3) Emperyalizm- Antiemperyalizm, 3) Türk-Kürt (yani uluslaşma sorunu).

Yani 19. yüzyıl sonunun sorunlarının 21. yüzyıl versiyonlarıyla baş başayız.

Elbette bu sorunlar politik mücadeleyle çözülecektir. Ama politika bunların sosyolojik (sınıfsal) içerikli sorunlar olduğunu kavramalıdır.

Politika kendi başına bir araç değildir; sosyolojinin kılıcıdır. Politik devrimin toplumsal devrimin anahtarı olduğu gibi…

***

Aslında bunu en iyi kavraması gerekenler sosyalistlerdir, tarihsel materyalist felsefe ışığında politika yapma iddiasında oldukları için. Fakat biz uzun süredir içinde yaşadığımız toplumun yapısını anlama ve geniş toplumsal süreçleri kavrama çabasını bıraktık. Bunun yerine günlük politika, hatta günlük eylem peşinde oradan oraya koşturuyoruz. Sonuç elbette, toplumun maddesinden güç alan odaklarla sadece dalaşmak ya da onların peşlerine takılmak oluyor.

Bu anlamda örneğin “HDP kapatılsın” diye bas bas bağırmakla HDP’den birkaç vekil çıkarmayı devrimci politika diye önermenin ikisi de aynı zaafın birbirine zıt dışavurumları. Aynı biçimde, “Türkiye’nin mecburiyetleri bizi iki yıl içinde iktidara taşıyacak” demekle, neredeyse baş ağrısının çözümünün bile sosyalizmde olduğunu söylemenin de bir farkı yok. Çünkü bütün bu söylemlerin toplumda bir karşılığı yok. Doğal olarak sonuç hayal veya hayal kırıklığı oluyor.

Aslında, olgulardan kopmamak şartıyla, biraz hayal kurmanın nasıl faydası varsa, olumsuz durumlarda biraz hayal kırıklığı yaşamanın da faydası vardır. Hayal kurmak ve hayal kırıklığına uğramak da birer yaşam belirtisidir çünkü. Elbette toplumsal olguları ve geniş süreçleri kavrama çabasından kopmadan… O zaman ne hayallerimiz bizi olgulardan koparır, ne de hayal kırıklıklarımız olgulara teslim olmamıza yol açar.

Politika hayal kurmayı sağlar, ama kırılgandır. Sosyoloji (ve tarih) ise hayal kırıklıklarını tamir eder. Politika ile sosyoloji arasındaki açıyı da, sosyoloji ile politika arasındaki açıyı da fazla genişletmemek gerek. Ama bizde bu açı neredeyse 180 derece!

***

Eskiden sosyalist örgütler günlük bir sorunu dahi çözmeye çalışırken işe Dünya ve Türkiye tahlilleriyle başlarlardı. Hatta ayrılmalar ve bölünmeler de bu konular nedeniyle yaşanırdı. Abartılıydı tabii… Fakat günümüzde sosyalistler sosyo-ekonomik (toplumsal, sınıfsal) analizi tamamen bir kenara bıraktılar.

Örneğin Türkiye kapitalist bir ülke midir? Elbette kapitalisttir. Türkiye’nin “feodal” veya “yarı-feodal” olduğunu söylemek gerçek dışı. O halde Türkiye devriminin acil gündemi sosyalizm midir? Donuk kurama göre öyle olması gerekir; kapitalizmden sonra sosyalizm gelmelidir. Peki, yukarıda -hem de geniş süreci tanımlarken- bütün haşmetleriyle önümüzde duruyor dediğimiz sorunlar nasıl açıklanacak o zaman? Fransızlar bu tür sorunları 200 küsur yıl önce çözdü. Sorun böyle konulduğunda kadim MDD-SD tartışması anlamsız olmuyor mu?

Daha canlı bir örnek verelim: Son 10 yıldır Türkiye tarihinin en büyük ve kitlesel halk hareketlerini yaşıyoruz: Cumhuriyet mitingleri, Haziran Ayaklanması, son mitingler vb… Bir devrimcinin ömrü boyunca hayalini kurduğu hareketlerdir bunlar. Neden bir türlü bu hareketlerden güç alamadık? Bırakalım bu hareketlere önderlik edip bir iktidar yürüyüşüne dönüştürmeyi, beslenemedik bile… Bırakalım beslenmeyi, hareketler neredeyse bizi vurdu, parçaladı, geriletti. İlginç değil mi?

Sorun mevcut sol-sosyalist yapıların hazırlıksız yakalanmalarıyla, hareketin büyüklüğü karşısındaki zayıflıklarıyla veya tek tek odakların kendilerine özgü politik-örgütsel zaaflarıyla açıklanabilir mi? Bin bir tane odaktan hepsi mi böyle? Hımbıllar ve aptallar topluluğu muyuz biz? Aramızda hiç mi cevval olanımız, zeki olanımız yok?

Kendimize haksızlık etmeyelim. Bu kadar çok sayıda ve farklı yapının hepsi de benzer konumda kalmışsa, daha derinde ve daha yapısal bir sorunla (aslında buna “sorun” değil de “durum” demek daha doğru olabilir) karşı karşıyayız demektir.

Bir diğer örneği de Kürt sorunu bağlamında, seçimden önceki iki yazımda (“Kürt sorunu yok mu?” ve “Kürt masası”) bu köşede tartışmaya çalışmıştım.

Bu zaafların (durumların) hepsinin kökeni aynıdır.

Sorunu burada çözecek halimiz yok; fazla uzatmayalım. Tartışmaya zemin olabilecek iki sorunsalı vurgulayalım ve bitirelim:

-Dünya çapında sosyalizmin ikinci dalgası (20. yüzyıl sosyalizmi de diyebiliriz) geri çekildi ve sona erdi. Türkiye özelinde 1960’ın ikinci yarısında başlayan sosyalizm dalgası da geri çekildi ve sona erdi. Bunun nesnel bir nedeni var: 21 yüzyıl dünyasının ve Türkiye’sinin, 20 yüzyıl dünyası ve Türkiye’sinden yapısal olarak farklı olması. Tıpkı 20 yüzyıl dünyası ve Türkiye’sinin, 19 yüzyıl dünyası ve Türkiye’sinden yapısal olarak farklı olması gibi… Bu sosyalizmler hataları ve sevaplarıyla bizim mirasımızdır, ama artık farklı bir dünya ve Türkiye’de yaşıyoruz.

Mevcut Türkiye sosyalist solu hâlâ 20 yüzyıl Marksizmi paradigması (hatta bazıları 19 yüzyıl Marksizmi paradigması) çerçevesi içinde kalarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. İdeolojik, politik, örgütsel, çalışma ve eylem tarzı vb. her alanda… Dolayısıyla toplumun canlı malzemesinden (ve tabii sınıf mücadelesi ve siyaset arenasından) kopuluyor ve akıntıya kürek çekme durumu oluşuyor. Mevcut yapılar bu halleriyle toplumsal bir karşılık bulamıyorlar.

-Dünya hiç olmadığı kadar küreselleşti. Farklı coğrafyaların toplumları, birbirleriyle, tarihte hiç olmadığı kadar etkileşim içinde ve gelişimleri bütünlük arz ediyor. Dolayısıyla tarih de bütünleşiyor. Şimdiye dek hiç olmadığı kadar bütünlüklü ve kapsamlı bir uygarlık tarihi okuması ufka girmiştir. Çok daha bütünlüklü bir noktadan, çok daha kuşbakışı bir biçimde geçmişe (ve dolayısıyla geleceğe) bakabiliriz artık. Şimdiye dek ayrıymış ve ilişkisizmiş gibi gözüken süreçlerin, daha kapsamlı bir sürecin -ortak noktaları bulunan- alt süreçleri olduğu seziliyor. O halde sınıf mücadelelerinin ve devrimlerin de daha bütünsel ve kapsamlı bir okuması yapılabilir.

Tarihte en genel anlamda iki dönem ve iki tür devrim olduğu söylenebilir: 1) Uygarlık devrimleri (uygarlığa geçiş devrimleri) 2) Modernite devrimleri (uygarlıktan kurtuluş devrimleri). Bunlara “güvenlik devrimleri” ve “özgürlük devrimleri” de diyebiliriz. Bu iki devrim biçimi başından itibaren iç içe. Özgürlük devrimleri, güvenlik devrimleri başatken de yaşanıyor, ama çoğu başarılı olamıyor ve birer ütopik pratiğe dönüşüyorlar; başarılı olsalar dahi fethettikleri tarafından fethediliyorlar ve güvenlik devrimlerine (aşı devrimleri) dönüşüyorlar. Bunlara “Ön-Modernite devrimleri” de diyebiliriz.

İnsanlık hâlâ “Modernite Devrimleri” dönemini yaşıyor. Hatta bu dönemin başında olduğumuz bile söylenebilir. Evrensel olan Modernite’dir. Sosyalizm, Modernite’nin ikinci dalgasıdır. 20 yüzyılda yaşanan Sovyet ve Çin devrimlerini (bir model oluşturacak çapta oldukları için bu ikisini vurguluyoruz) “İkinci Dalga Modernite Devrimleri” olarak niteleyebiliriz. Bu bakış açısıyla, gerek 17.-19. yüzyıllar arasındaki demokratik devrimleri (İngiliz, Fransız, Amerikan, Alman devrimleri ve bir geç versiyon olarak Türkiye Cumhuriyet devrimini), gerekse 20 yüzyıldaki sosyalist devrimleri “Modernite Devrimleri” üst başlığı altında (birinci ve ikinci dalgalar olarak sınıflandırıp) toplayabiliriz. Böylece büyük kopuşların altındaki dinamiği, yani sürekliliği de vurgulamış oluruz.

Modernite devrimlerinin günümüzdeki yapısı ve içeriğinin nasıl bir şey olacağını netleştirebilmek için yeterli pratik bulunmuyor. Ama bazı ipuçları da yok değil (örneğin Türkiye/Ortadoğu ve Çin verimli laboratuarlar bu anlamda); izlerini sürmeliyiz.

Türkiye 150 yıldır Modernite devrimi süreci yaşıyor. İleri atılımları, tökezlemeleri ve geri düşüşleri de içeren bir süreçtir bu. Elbette dünya çapındaki gelişmelerden de kopuk değil. Türkiye’nin Modernite devriminin yeni bir atılımının stratejisini (taktiklerini, örgütlenme biçimlerini de) gerçekçi bir biçimde oluşturma görevi ile karşı karşıyayız. Buna Türk-Kürt uluslaşmasının ortaklaştırılması olanağını (belki de zorunluluğunu) tartışmak da dahildir.