Sözcüğün tam anlamıyla bir dar boğazdan geçiyor ülkemiz ve bölgemiz. Dolayısıyla kendi derdimize düşmüş ve ufkumuz da -tünel ucundaki ışık misali- son derece daralmış durumda. Oysa alttan alta akan ve umut veren süreçler de var. Bu yazıda biraz olsun daralmışlıktan sıyrılıp bu geniş süreçlere değinmek istiyorum.
Bir ay kadar önce Bilim ve Gelecek bürosuna uğrayan bilişimci ve dilci dostumuz Hülya Küçükaras bize bir kitap önermişti: Uzaya çıkan ilk insan Y. Gagarin ve dönemin Sovyetlerinde önde gelen bir psikolog olan V. Lebedevin birlikte kaleme aldıkları Uzay ve Psikoloji adlı kitap (Süreç Yayınları, Haziran 1984, Çev. Sibel Özbudun). 50 yıl önce yazılmış, 35 yıl önce her nasılsa Türkçeye kazandırılmış, tek baskı yapmış, artık ancak sahaflarda bulunabilen bir eser.
Hemen soruşturup iki adet aldık. Hayal Hızı Çetesi İnsanın Atasını Arıyor adlı çocuk kitabının yazarı Nalân Mahsereci, Çetenin ikinci macerasında çocukları uzay üssüne göndermeyi tasarladığı için özellikle okumak istedi. Ben de böyle bir çalışmaya neden bunca yıldır ulaşmamış olduğuma hayıflanarak edindim kitabı.
Müthiş bir kitap! Doğaldır ki, uzay araştırmaları ve yolculukları gibi dev adımlarla ilerleyen bir alanda 50 yıl önce yazılmış bir kitabın teknik açıdan fazla bir değeri yok. Kitabın değeri, insanoğlunun ilk kez atmosfer dışına çıkışının arka planındaki inanılmaz kolektivizmi yansıtıyor olması.
Bilimin hemen hemen her alanında üst düzeye ulaşmadan, yani genel anlamda bir bilim seferberliği gerçekleştirmeden ve bu farklı alanlardan bilim insanlarının ortak hedefe kilitlenerek kolektif çalışmasını örgütlemeden böyle bir adımın atılmasına olanak yok. Ve bu çapta bir başarıyı, 30 yıl içinde iki dünya savaşında iki kez yakılıp yıkılmış, en değerli evlatlarını yitirmiş bir emekçi iktidarı gerçekleştirmiş. Sosyalizmi seçmiş bir halkın sadece kendi adına değil, tüm insanlık adına ulaştığı düzeyi göstermektedir insanoğlunun uzaya çıkış serüveni. Teknik düzeyden veya bu iş için gerekli olan maliyeden söz etmiyorum; daha farklı bir düzlemden, olabilecek en rafine emeğin kolektif örgütlenişindeki ulaşılan düzeyden söz ediyorum.
Amacım kaba bir sosyalizm propagandası yapmak da değil. Amerikalı astronotların Aya ayak basışı, Marsa uzay aracı indirilmesi veya parçacık fiziğinin devasa laboratuarı CERNde yapılan çalışmalar, İnsan Genom Projesi vb. de benzer düzeyleri gerektirmektedir.
Bugün bilimde ciddi bir atılım yapabilmek için dünya çapında işbölümüne ve ortak çalışmaya ihtiyaç var. Artık büyük bilimsel buluşları tek bir dahinin adıyla anmak olanaksız; Kopernikin evren modeli, Newton yasaları, Darwinin evrim kuramı, Einsteinın görelilik kuramları, Marxın toplum kuramı vb. gibi… Sanıyorum yakında Nobel ödülleri kişilere değil kurumlara ve projelere verilecek. Yetenekli bilim insanları o kolektifin bir parçası olarak öne çıkabilecekler.
İnsanlar belki hâlâ açlıktan kırılıyor, en vahşi yöntemlerle birbirini yiyor, büyük bilimsel-teknolojik gelişmeler birer yıkım aracına dönüştürülüyor veya hâlâ Hz. Nuhun cep telefonundan söz eden akademisyenlere rastlanabiliyor ama insanlık bir yanıyla da bu düzeydeki bir kolektivizme ulaşmıştır.
Ne yaman bir çelişkidir bu… Üretici güçlerin inanılmaz boyutlardaki toplumsallığı ile mevcut üretim ilişkilerinin (mülkiyet ilişkilerinin) tekelci niteliği arasındaki çelişki hiç bu kadar keskin olmamıştı; açı hiç bu kadar genişlememişti.
Bu düzeydeki bir kolektif çalışmayla üretilen bilimsel bilgi zemininde oluşan teknoloji son derece dar bir kesimin denetiminde ve mülkiyetinde, onların çıkarları için kullanılıyor. Küresel sermaye insanlığın başına musallat olmuş işlevsiz ve gereksiz bir kabuğa dönüşmüştür artık.
***
Kolektivizm tartışmasına ilişkin şöyle bir itiraz gelebilir: Uzay araştırmalarından, CERNden, genom projelerinden söz ediyorsun, buralardaki emeğin örgütleniş düzeyine övgüler düzüyorsun ama eski dönemlerdeki örneğin Mısır piramitlerinin yapılışı, büyük devletlerin ve orduların kuruluşu vb. de aynı çapta kolektif emeğin ürünleri değil midir? O emeğin ürünlerine el konulmasının ve yönlendirilmesinin biçimindeki değişikliğin dışında esasta bir değişiklik olmuş mudur?
Haklı ve doğru bir itiraz. Üretim ilişkilerini (onun hukuki ifade biçimi olan mülkiyet ilişkilerini) tartışmadan üretim araçlarının gelişimine güzellemede bulunmak sömürünün üzerini örtmek anlamına gelir.
Fakat üretim araçlarının (ki en önemli üretim aracı bizzat insanın kendisidir) gelişim düzeyi de üretim ve mülkiyet ilişkilerinin biçimini belirler. CERNdeki bilim insanlarını Mısır piramitlerinin inşasındaki köleler gibi çalıştıramazsın. Din motivasyonundan ve kırbaçtan daha farklı mekanizmalar ve araçlar bulunması gerekir. Üretim ilişkileri de bu nedenle dönüşüyor ve gelişiyor, devrimler de bu nedenle oluşuyor zaten.
Nasıl bundan 500 yıl önce aristokrat sınıflar ve devletleri olmadan da üretimin sürebileceği, hatta daha da gelişerek sürebileceği insanlığın ufkuna girmişse, bugün de küresel sermaye ve devletleri olmadan da sözünü ettiğimiz küresel üretimin -daha da özgürleşerek ve dolayısıyla gelişerek- sürmesi insanlığın ufkundadır.
Geniş sürece baktığımızda sosyalist küreselleşme ufuktadır artık. Sömürücü bir hakim sınıf olmadan da emek kendi başına bu çaptaki kolektivizmleri örgütleyebilir, hatta daha da geliştirebilir. Sovyetler ve ÇHC pratiği -henüz nüve halinde de olsa- bunu kanıtlamıştır.
***
Son olarak -sakin sakin- bir tartışma notu:
Kolektivizmin düzeyi arttıkça -aristokrat zoru veya sermaye teşviki olmasa da- güçlü bir otoriteye, hiyerarşiye, bütünü gören yönetici bir kesime ihtiyaç duyulacağı, hatta daha fazla duyulacağı düşünülür. Bu da sosyalizmin bir iç tartışmasıdır. Katı bürokratik yapıların ortaya çıkmasının veya yeniden sermaye sistemine geri dönüşlerin yaşanmasının nedeni budur.
İnsanlık hiçbir otoriteye ve hiyerarşik yapılanmaya gerek duymadan üst düzeylerdeki kolektif etkinlikleri gerçekleştirebilir mi? Özgür bireylerin kolektivizmi değil sadece; özgür bireylerin özgür kolektivizmi…
Sanırım emeğin yapısının, motivasyon kaynağının değişmesi/gelişmesi gerek. Kolektif emekten -kolektifliği de kapsayan- karşılıksız emeğe doğru…
Çocukların sokakta oyun oynaması gibi bir emek… Annenin çocuğuna verdiği gibi bir emek… Sevgililerin veya dostların birbirine verdiği gibi bir emek… Metalaştırılamayan, nicelleştirilemeyen… Ve bunun üst düzeyde bir kolektivizm eşliğinde yapılması.
***
Biliyorum, bunlar henüz ufkumuz dahilinde değil. Ütopik, afakî, uçuk düşünceler…
Biliyorum, asıl acil dertlerimiz -örneğin- Afrin operasyonu, OHAL, çaresizlikten kendini yakan emekçiler, CHP İstanbul İl Başkanı vb… Tabii ki bunlara yoğunlaşacağız. Ama geniş süreçleri unutursak, yukarıda tartışmaya çalıştığım perspektifleri göz ardı edersek, bütün bu acil konularda iktidarın bizleri sıkıştırmaya çalıştığı sınırlar (örneğin sözde yerlilik ve milliliğin) içinde kalma tehlikesi var.
Öte yandan şu da unutulmamalı: -Örgütsüz, öncüsüz de olsa- her halk hareketinde bu perspektif mevcuttur; bireylerde değil belki ama harekette mevcuttur. Yoksa insan, insanlık olamazdı. İnsanlık uygarlığın (yani sınıflılığın) ilk ortaya çıkışından beri, aslında, içine düştüğü şizofreniden, yani emeğinin meta-emek ve karşılıksız emek biçiminde ikiye bölünmesinden kurtulmaya, emeğini tekrar bütünleştirmeye çalışmaktadır. Verdiğimiz her yakıcı mücadele bu en genel sürecin küçük birer parçasıdır.
Neyse… Mola bitti, dönelim acil meselelere…