Mecburiyetlere fazla güvenme…

Ender Helvacıoğlu

Bir anıyla başlayalım. 1980 öncesinde İTÜde çok sayıda İranlı öğrenci vardı. Çoğunluğu devrimciydiler. Tıpkı Türkiyeli devrimciler gibi onlar da farklı gruplara mensuptular: Halkın Mücahitleri, Halkın Fedaileri, Tudeh, irili ufaklı Maocu gruplar vb…

Kendilerine yakın buldukları Türkiyeli devrimci gruplarla birlikte örgütlü mücadeleye katılırlardı. 1979da, İran devrimi başladığında, hemen hepsi öğrenimlerini yarıda bırakıp İrana devrime katılmaya gittiler. Ülkelerinde devrim olurken Türkiyede mühendis olmaya çalışmak yakışık almazdı.

Gidişlerini, nasıl coşkulu olduklarını, bizlerle helalleştiklerini anımsıyorum. Sonrasını pek fazla takip edemedik.

12 Eylül 1980 faşist darbesi dolayısıyla kendi derdimize düşmüştük. 1984 yılında farklı örgütlerden gelen devrimciler elbirliğiyle Yeni Olgu adlı bir gençlik dergisi çıkarmaya başladık (yayın hayatı, sıkıyönetim tarafından kapatılana kadar 1 yıl sürmüştür).

Yeni Olguyu çıkarırken bir gün büromuza elinde kalınca bir albümle bir arkadaş geldi. Albüm, İranlı mollaların katlettiği devrimcilerin fotoğraflarıyla birlikte yaşam öykülerinden oluşuyordu. Arkadaş, bu albümü dergide dosya yapmamızı istiyordu. Albümü karıştırırken gözyaşlarımı tutamadığımı anımsıyorum. Hepsi ya katledilmiş ya da idam edilmişti. İTÜdeki bütün İranlı yoldaşlarım…

Biz de çok yoldaş yitirmiştik, ama bizimki taş gibi bir karşı-devrimdi. Onlarınki farklıydı, onlar devrim yapmaya gitmişler, ama devrim tarafından katledilmişlerdi… Ergenliğini aşmış bir devrimciydim artık. Devrim - karşı devrim diyalektiği üzerine bu çarpıcı olay dolayısıyla düşünmeye başlamıştım. Böyle olaylar insanda bir kalıp, bir süzgeç oluşturur. Aradan geçen 30 yıl boyunca yaşadıklarımız düşüncelerimizi daha da olgunlaştırdı. Bazı dersler çıkardık ve geldik bugüne…

DEVRİMCİ AKP!

AKP, iktidara geldiğinden beri, solun çeşitli kesimleri tarafından devrimcilikle onurlandırıldı. Askeri vesayeti ortadan kaldırdığı, derin devlete karşı mücadele ettiği, ceberut cumhuriyet rejimini yıkmaya çalıştığı türünden gerekçelerle liberal sol kesimler tarafından AKPye demokratik devrimcilik payesi verilmişti. Yetmezdi, ama evetti!

Bugün de, ABD ile karşı karşıya geldiği, PKK ve FETÖye karşı mücadele ettiği gerekçesiyle AKPye devrimcilik atfedenler var. Bu tür tahliller tam ters bir yerden, milliyetçi-sol kesimden geliyor. Onlara göre AKP, Türkiyenin mecburiyetlerinin dayatması (tarihsel zorunluluklar) sonucu mecburen devrimci olmuştur. Örneğin 15 Temmuz bir devrimdir. 15 Temmuz bir devrimse, o devrimin öncü partisi AKP, lideri de Erdoğandır. Bu da farklı bir yetmez ama evet çizgisi.

Yani AKP, birinci kesime göre ilk on yılında demokratik devrimci, son iki yılında ise karşı-devrimci; ikinci kesime göre ise ilk on yılında karşı-devrimci, son iki yılında anti-emperyalist devrimci olmuştur. Kısacası AKP, her dönem bir devrimci desteği bulma becerisini göstermiştir. Bu iki kesimin ortak bir tarafı var: AKP, bir tür tarihin kılıcıdır. Tarihsel zorunluluklar onu mecburen devrimci yapmaktadır.

AKP, tarihsel zorunluluğun yarattığı dinamiklere sonunda teslim olmakta ve devrimci olmak zorunda kalmaktadır. (Bu gözünü sevdiğim tarihsel zorunluluklar, neden böyle dolambaçlı yollara sapıp, bu devrimciliklerin asıl sahiplerini öne çıkarmaz da AKP gibi bir araç kullanır, onu bilemem, iddia sahiplerine sormak lazım. Belki bu da tarihin cilvesi kuramı ile açıklanabilir!) Birinci kesimle kuramsal olarak uğraşmaya değmez. Çünkü gelinen noktada AKPnin demokratlığından dem vuran liberaller insan içine çıkamaz duruma gelmişlerdir.

AKPnin ikinci devrimcilik dönemi ise devam ediyor! Ama bunu iddia edenlerin de aynı konuma gelmesi yakındır. Çünkü devrimci AKP her zamanki gibi bildiğini okuyor. Şimdi, hem İran devriminin hem de kendi deneyimlerimizin ışığında bazı önermeler çıkarmaya çalışalım.

TARİHSEL ZORUNLULUĞUN HÜKMÜ NEREYE KADAR?

Türkiyenin mecburiyetlerinden söz etmekle Türkiyenin kaderinden söz etmek arasında bir fark yok. Biri seküler diğeri dinsel kavramlarla ifade edilmiş olsa da, ikisi de bilim dışı ve idealist bir tarih kavrayışının ürünü. Birinin öznesi devlet, diğerininki Tanrı. İkisi de ezeli ve ebedi, ikisi de sınıflar-üstü. Tarih, sınıflar arası mücadelelerin tarihi. Eğer bir mecburiyetten söz edilecekse, bundan ibaret. Çeşitli sınıfların (buna emperyalist burjuvazi de dahil) karşılıklı çıkarlarından bağımsız ve onun üzerinde metafizik bir mecburiyet yok.

Marx bunu Hegeli eleştirirken çok güzel anlatır: Hegelin tarih anlayışı soyut ve mutlak bir ruhu varsayımlar; bu ruh o biçimde gelişmektedir ki, insanlık ona az çok bilinçli olarak katlanan bir yığından başka bir şey değildir… İnsanlığın tarihi, soyut insanlık ruhunun, gerçek insanın üstünde ve ötesinde bir ruhun tarihi olmaktadır. (Marxın Toplum Kuramı - Seçme Metinler, Doğan Yayınları, Çev. Ö. Ozankaya, s.10)

Türkiyenin devrime gittiği, iktidarda kim olursa olsun (isterse AKP-Erdoğan olsun) bu devrime teslim olmak zorunda olduğu türünden yaklaşımlar, devrimi de soyut, insan dışı ve madde ötesi bir olay olarak görüyor. Devrim, devrimci durum, devrim durumu gibi süreçler, tabii ki insan iradesinden bağımsız, nesnel olgulardır. Tarihsel mecburiyetlerin hükmü buraya kadardır. Bundan ötesini sınıflar arası bilek güreşi belirler. Devrim (Allahın ol demesiyle veya başka metafizik mecburiyetlerin dayatmasıyla) olmaz; devrim yapılır.

Yapamazsanız size karşı yaparlar. 1979 sonrası İranda, 1933 sonrası Almanyada ve bugün -henüz süreç bitmemiş olsa da- Türkiyede yaşanan budur. Bu idealist tarih ve devrim anlayışı, döner dolaşır, İslami rejimi, faşizmi, emperyalist hükümranlığı da tarihsel mecburiyet olarak görmekle, kendiliğindencilikle, kadercilikle ve en kötüsü sınıf uzlaşmacılığıyla sonuçlanır. Kısacası ilk önermemiz, maç bir kere başladı mı sonucu oyuncuların (takımların) belirleyeceğidir. O halde bize düşen, kendi takımımızın durumuna bakmaktır.

DEVRİLİYOR DA KİM DEVİRİYOR?

Daha somut bir önermeyi de şöyle formüle edebiliriz: Devirmek bir kez gündeme girdiğinde, neyin devrileceği değil kimin devireceği belirleyici olur. Esas mücadele bu noktada yaşanır. Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun da Rus Çarlığının da yıkılacağı belli olmuştu. Ama ne Kemalistler ne de Bolşevikler tarihsel mecburiyetlerin sonucunu beklediler. Gittiler, duruma müdahale ettiler ve kendi devrimlerini yaptılar. Müdahale etmeselerdi, yıkılacak olan yine yıkılacaktı, ama Kemalistlerin ve Bolşeviklerin de tepesine yıkılacaktı.

Leninin ayaklanmamak ölüm demektir diye feryat etmesinin ve acil ayaklanma çağrısı yapmasının, Mustafa Kemalin apoletlerini çıkarıp bir bilinmeyene (Samsuna) doğru yola çıkmasının arka planındaki itki budur. Çinli devrimciler de İkinci Dünya Savaşının sonunda Japon emperyalizminin yenilgisi ve dolayısıyla Çin-Japon savaşının sona ermesi sürecinde, Kuamintang ve Çan Kay Şek mecburen devrimci oldu demediler.

Gittiler, Çan Kay Şekin tepesine bindiler ve devrimi yaptılar. Yapmasalardı, Çin bir Amerikan sömürgesi olacak ve bir devrimci katliamı yaşanacaktı. Türkiyenin liberal solcuları ve Kürt milliyetçileri, ceberut cumhuriyet rejimi yıkılırken sevindirik oldular; kimin yıktığını gözden kaçırarak. Bu nedenle hain oldular ve bedelini de ödüyorlar. Bugün de AKPye ve Erdoğana mecburi devrimcilik atfedenler umarız bu çizgide ısrar edip aynı sonucu yaşamazlar.

EL ATINA BİNEN TEZ İNER

Son önermeler bir sezgi niteliğinde, ama bence kesinlikle doğrudur. Yerimiz bitti, sadece formüle edelim, belki başka bir yazıda açarız:

- Kendi yapmadığın devrim, emin ol, sana karşı yapılıyordur.

- Kendin uygulayamadığın politika, kesinlikle başkasının politikasıdır. Biz böyle büyük büyük laflarla yazıyoruz da, ata(ana)larımız bunu bilgece özetlemiş: El atına binen tez iner. (Başka versiyonları da var) Başka ata(ana)sözlerimiz de vardır ya, ayıya sormuşlar ensen neden kalın… veya kurda sormuşlar boynun neden kalın… diye başlayan, bu durumlar için söylenmiştir.

***

1979 yılında devrime katılmak için büyük bir coşkuyla İrana gidip, 1981 yılında şeriatçılar tarafından katledilen ceylan gözlü arkadaşımın anısına… Ne yazık ki, böyle acılarla geliyor bilinç…