Modernite krizi

Ender Helvacıoğlu

20. yüzyıl, çürümüş ve bir anlamda kendi içine çökmüş Burjuva Modernitesi ile Moderniteye bir gençlik aşısı yapma çabaları arasındaki savaşıma sahne oldu.

Bunu kapitalizm-sosyalizm çatışması olarak da ifade edebiliriz. Fakat bu tanımlamanın olayın kapsamını izah etmede yetersiz kaldığı, Sovyetler Birliğinin ve Sosyalist Blokun çöküşünden sonraki gelişmelerle ortaya çıktı.

İlk başta, sadece sosyalizmin yenildiği sanıldı. Piyasa ekonomisi, demokrasi, özgürlük kesin zafer kazanmıştı; tarihin sonu gelmiş, insanlığın önü sonsuza dek açılmıştı. Neo-liberal ütopyacılar, mutlak özgürlüğü, hatta bilimsel-teknolojik devrim eşliğinde emekten bile özgürleşmenin gündeme girdiğini müjdelediler. İpini koparmış özgürlük!

Bu zafer sarhoşluğu (büyük yanılsama) on yıl bile süremedi. Günümüze bakıldığında, yenilenin -daha doğrusu şimdilik geri çekilenin- sadece sosyalizm değil bizzat Modernitenin kendisi olduğu anlaşılıyor.

Burjuva Modernitesi denen şey çoktan mazide kalmıştır. 20. yüzyılda insanlığın 500 yıllık Modernite atılımı adına ne yapıldıysa bunlar sosyalizm pratikleri ile gerçekleşmiştir. Bunun sosyalistlerce kurgulanan bir ideolojik söylem değil bir olgu olduğu, sosyalizmin geri çekilmesi sonucunda sadece sosyalizmin değil bir bütün olarak Modernitenin de küpeşteden atılmasıyla ve bu eğilimin dünyanın her tarafında geçerli olmasıyla ortaya çıkmıştır.

Post-modernizm hayali, dönmüş dolaşmış pre-modernizm karanlığına varmıştır. Toptan bir gerilemeyle karşı karşıyadır insanlık.

***

Şimdi herkes şaşkın, herkes ağlıyor. Sadece sosyalizm, kolektivizm, eşitlik, örgütlü toplum, enternasyonalizm değil; bilim, laiklik, aydınlanma, demokrasi, hukuk, cumhuriyet, parlamento, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, kadın özgürlüğü, ulus, yurttaş, özgür birey vb. de gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçiyor.

Entelektüeller nerede o eski bayramlar diye sızlanan yaşlılara dönmüşler; geleceğe uzanışın değil umutsuzluğun teorisini yapıyorlar. Sıradan halkın ise şaşırma ve ağlama lüksü yok; bir şekilde günlük hayatını sürdürmeye ve nasıl olursa olsun bir çare üretmeye mecbur.

Umudun değil korkunun hakim olduğu bir topluluğun, geleceğin değil bir gün sonrasının derdine düşmüş insanların, güvenlik krizi yaşayan toplumların, sürüleşmiş kitlelerin, en ilkel güdülere yanıt veren büyük kurtarıcılara, mistik liderlere meyletmesine, ivedi çareyi onlarda aramasına şaşırmamak gerekir.

Sağ popülist yönetimlerin tüm dünyada yükselişi böyle bir iklimde gerçekleşiyor. Güçler ayrılığının değil (ki bu, bir toplum sözleşmesine bağlı örgütlü toplum demektir) güç yoğunlaşmasının geçerli olduğu bir dünyada sınıflar-üstü kabile şefi benzeri otoriter liderlerin çareymiş gibi gözüküp peşlerinden gidilmesi kaçınılmazdır.

***

Fakat bu eğilimin ömrünün neo-liberal ütopyacılarınki kadar bile sürmeyeceği tahmin edilebilir. Çünkü güç yoğunlaşması ister istemez güçler çatışmasını getirecektir ve böyle bir dünya daha tekin bir dünya olmayacaktır. Uygarlığın arifesini (yani 5-6 bin yıl öncesini) yaşamıyoruz. Güvenlikçiler istikrarlı bir gelecek vaat etme potansiyeli taşımıyorlar artık. Dolayısıyla gelinen aşamada, güvenlik uğruna özgürlükten vazgeçiş eğilimi hiç güvenli değil!

İnsanlık kapitalizmden yoruldu ama onu aşamadı. İnsanlık kapitalizmi aşmaya çalışmaktan da yoruldu, şimdilik… Sağ popülizm bu noktada ortaya çıktı. Aslında sağ popülizm kapitalizmin sınırlılıklarından kaynaklandı; bu sınırlılığın itirafı, kabulü. İnsanlığa kapitalizmin sınırlarını vaat ediyor, ama tersten. İşaret ettiği hedef -cilası ne olursa olsun- Modernite öncesi. Kısacası çıkmaz sokak.

***

İnsanlık sosyalizm deneylerinden geri düşüşün bedellerini ödüyor; daha da ödeyecek. Marxın toplumsal dönüşümlerin yasaları üzerine tartışırken dediğini biraz değiştirerek söylersek: bütün bedeller ödenmeden gelecek yeşermez. Fakat ödenen bedeller insanlığın ortak hafızasına kazılacak deneyimlerdir ve daha güçlü bir geleceği inşa etmenin tuğlalarıdır aynı zamanda.

Derin bir Modernite krizinin sarsıntılarını yaşıyoruz. Modernitenin, bilimsel devrimin ve aydınlanmanın henüz çok başında olduğumuzu, insanlığın çok da aydınlanmamış olduğunu şaşkınlıkla fark ediyoruz. Sadece biz Türkiyeliler, Iraklılar, Suriyeliler değil, çok gelişmiş olduklarını sanan Avrupalı ve Amerikalı halklar da dramatik biçimde fark ediyorlar bu olguyu.

Ama böylece geleceğe ilişkin modellerimizin şimdiye kadar düşündüğümüzden çok daha köklü ve kapsamlı olması gerektiğinin de bilincine varıyoruz. Öyle 50 yıllık, 100 yıllık, hatta 500 yıllık bile değil, birkaç bin yıllık bir hesabın kesilmesi görevi ile karşı karşıyayız. Fakat gözümüz korkmasın, bir o kadar da hesap kesme deneyimi ve birikimi vardır insanlığın.

Gelecek ne getirir, daha hangi bedeller ödenir, geleceğe şimdiye kadar kestirilememiş hangi yollardan geçilerek gidilir, bilemeyiz. Fakat hangi yollardan gidilemediğini, hangi yolların çıkmaz sokak olduğunu az-çok biliyoruz.

Burjuva (Kapitalist) Modernitesiyle buraya kadar. İnsanlığa kattıklarını da, sınırlılıklarını da, o sınırlara yaklaşıldığında başımıza neler geldiğini de çok iyi biliyoruz. Bunun en iyi anlaşılabileceği ülkelerden birinde yaşıyoruz.

Sosyalizmin, burjuva Modernitesiyle aynı kulvarda yarışarak fazla ilerleyemeyeceği de kafamıza dank etmiş olmalı. Demek ki yeni ve daha farklı bir Modernite anlayışına, yeni ve daha farklı bir aydınlanma atılımına ihtiyaç var: Sosyalist Modernite ve Emekçi Aydınlanması. Bu geniş çerçevenin içi nasıl dolar, onu da bedeller ödeye ödeye bulacağız.

***

Bütün bu derin çelişmelerin en keskin yaşandığı coğrafyalardan biridir Türkiye. Ne güzel bir ülke! Hiç kaçılır mı bu ülkeden?