Sağlı sollu mitler

Ender Helvacıoğlu

İzlem Gözükeleşin Teknoloji mitleri başlıklı makalesini okuyorum. Bilim ve Gelecek dergisinin Mart sayısında yayınlanacak. Son 150 yıldır her teknolojik atılımın ilk başlarda büyük bir illüzyon yarattığından söz ediyor makale.

Elektrik, telgraf, telefon, radyo, televizyon… Bunların hepsi kitlelerin yaşamına ilk girdiklerinde, yeni bir çağın başladığı, birçok şeyin sonunun geldiği, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı, insanlığın barış, refah, özgürlük, eşitlik gibi çok temel sorunlarının çözüme kavuşacağı gibi abartılı bir heyecanla karşılanmışlar. Hızla mitleştirilmişler.

Örneğin elektrik, gecenin ve kötü büyünün karanlığına karşı bilimin iyi büyüsü olarak görülmüş. Onu tanrılara bir meydan okuma olarak görenler de varmış. Telgrafın ise tüm dünyaya barış ve uyum getireceği, ırklar ve sınıflar arasındaki ayrımlara son vereceği, evrensel insanın evrensel kardeşliğini hayata geçireceği söylenmiş. Telefonla ise kadınların özgürleşeceği, yazmanın artık çağdışı olacağı, sınıfsal sınırların ortadan kalkacağı hayal edilmiş. Benzersiz ve kendi tarihini yapan bir makine olarak değerlendirilen radyonun dünya barışının bir aracı olduğu söylenmiş. Ondan sonra dünyayı kurtarma görevini televizyon devralmış. Günümüzde de internet, dijital teknolojilerdeki gelişmeler ve yapay zekâ benzer nitelemelerle gündeme getiriliyor.

Tabii bunlar söz konusu teknolojinin dünyayı kurtaracağını düşünen iyimserlerin görüşleri. Bir de o teknolojiyi tam tersinden mitleştirerek dünyanın sonunu getireceğini söyleyen kötümserler var. Çıkardıkları sonuçlar zıt ama ikisinin de temelinde aynı yanılsama bulunuyor.

Gözükeleş uzmanların bu duruma ilişkin analizlerini şöyle özetliyor: Bu mitlerin iki yönü var. Mitler, topluluk ve demokrasi için gerçek bir arzuyu ifade ediyorlar. Bu hikâyelere inanmak istediğimiz için inandık. Diğer yandan mitlerin gizledikleri var. Teknoloji farklı sınıfların çıkar çatışmalarını ortadan kaldıramaz ama mitler teknolojiyi siyaset dışına iterek sermayenin bir avuç şirketin elinde yoğunlaşmasını, bu şirketlerin artan gücünü ve metalaşmayı gizlediler.

Tabii bu illüzyon uzun sürmüyor. Büyük bir şaşaa ile yaşamımıza giren o teknoloji kısa süre sonra sıradanlaşıyor, günlük rutinin bir parçası oluyor, yerini bir başkası alıyor. Bu arada toplumsal değişimin esas etkeni olan daha sakin ama daha temel süreçler devam ediyor.

Teknoloji mitleri konusunu burada bırakalım. Merak edenler Bilim ve Gelecekin Mart sayısında konunun ayrıntılarını okuyabilirler.

***

Peki, insanoğlunun bu mitleştirme eğilimi (illüzyon ihtiyacı) nereden kaynaklanıyor? İnsan olmasından diye kestirme bir yanıt verilebilir belki.

İnsan, sadece alet kullanan değil, önceden tasarlayarak alet yapan bir tür. Bu niteliğiyle canlılar dünyasında benzersiz. Evrim sürecimiz içinde gelişen beynimiz, bize tasarlama, hayal etme, umma, sezme yetisi kazandırmış. İşte başımıza -olumlu veya olumsuz- ne geldiyse bundan sonra gelmiş!

Beynimizin ufku (yapmak istediklerimiz) ile elimizin ufku (yapabildiklerimiz) arasında genişçe bir açı bulunan bir canlı türüyüz biz. Bu açıyı bir şekilde kapamaya ihtiyacımız var; yoksa yaşamımızı devam ettiremeyiz. Sonucu fark edip de nedeni bilememek kadar korkunç bir şey yok! Sonuç ile neden arasındaki bu açı kapanacak, başka yolu yok! Ateş yakar; niye yakar? Deprem yıkar; niye yıkar? Özgürlük güzel; neden yok? Ben bu kadını bu denli severken, o niye bana yüz vermiyor? Canımı bu kadar yakan bir şeyi, niye açıklayamıyorum? Beyni ile diğer organları arasında sürekli gerilim bulunan sıkıntılı bir türüz biz…

İşte sonuç ile neden arasındaki bu açı, türümüzün tarihi boyunca çeşitli biçimlerde kapatılmaya çalışılmış. Önceleri büyüyle, kutsallaştırmalarla, inançlarla, totemle, teknikle, işbölümüyle; uygarlık (sınıflılık) ile birlikte mitler ve efsanelerle, dinlerle, tanrılarla, kader kısmetle, ideolojilerle, devletle, milletle, felsefeyle, sanatla, bilimle…

Teknoloji mitleri de neymiş? Hiçbiri tanrının eline su dökemez hâlâ.

İşte bu açının nasıl kapanabileceğine ilişkin süregelen tartışma, uygarlık sonrasında gündeme gelen sınıf mücadelesinin en önemli cephelerinden biridir.

***

Bilimsel Devrim ile birlikte bu açının kapatılmasına dair yeni bir yöntem önerisi getirilmiş: Olması gerekene göre değil, olguya göre hareket edelim. Tümden gelmeyelim, tüme varalım. İnanmayalım, kuşku duyalım. Deney yapalım, gözlem yapalım, aklımıza vuralım. Gerçeğe (daha doğruya) ulaşmanın yolu olgulara bakmaktır (Francis Bacon). Bütün gökcisimlerinin Dünyanın etrafında dönüp dönmediğini anlamak için, kutsal kitaplara başvurmak yerine teleskopla göğe bakalım (Galilei, Campanella). Halkı kutsal kitabın ahlaki ilkelerine göre yönetemezsin, toplumun maddesine vakıf olman lazım (Machiavelliin hükümdara öğütleri). Sonra Newtonu var, Darwini var, Marxı var…

Son derece yıkıcı, düzen bozucu, rahatsız edici öneriler… O güne dek söz konuyu açıyı tam anlamıyla dolduran din var, tanrı var. Şimdi bunu kaldırıyorsun, yerine -ne idüğü belirsiz- olguyu koyuyorsun! İnsanın başına iş çıkarıyorsun!

Ama mızrak (olgu) çuvala (dine) sığmamaya başlamıştır. Tabii bu densizliğin temelinde yeni yeni palazlanan ve iktidarda yer talep eden bir sınıf var: burjuvazi. Dünyanın yuvarlak olmasına ve dönmesine kimin ihtiyacı var? Vatikandaki Kilisenin veya Osmanlı padişahının veya Çin imparatorunun böyle bir ihtiyacı yok. Avrupalı tüccarın Osmanlıya haraç ödemeden Çin ve Hint zenginliğine ulaşması için, Dünyanın yuvarlak olması, yani sürekli batıya gidildiğinde doğuya varılması gerekiyor. İşin aslı bu.

Bilimsel Devrimin ve Aydınlanmanın bilimcileri-düşünürleri görüldüğü gibi insan aklına büyük değer biçmişler; aklın açıyı kapatacağını savlamışlar. Çok büyük bir devrim ama yetmemiş. Giderek, şu kadarını akılla geri kalanını da yine tanrıyla kapatalım diye uzlaşma yoluna girilmiş (laiklik).

Sonunda sadece yorumlamanın yetmediğini fark eden Marx, aklın gelişiminin de altında yatan itkiyi bulmuş: İnsan emeği, emekçinin pratiği. Kafa ile kol arasındaki açıyı kafakola gelmeden kapamanın yolu… İdeal bir akıl (çünkü böylesi doğaüstünün sızıntılarına açık) değil, materyal bir akıl… Böylece taşlar biraz daha yerine oturmuş.

***

Bilimsel düşünce ve yöntemi en fazla içselleştirmiş olması beklenen solcular ve sosyalistler arasında dahi zaman zaman mitleştirmelere, neden ile sonuç arasındaki açıyı bu yolla kapama eğilimlerine rastlanır. Değil mi ki biz de insanız, dahası bu toplumun insanlarıyız…

Örneğin kimimiz Türkiyenin mecburiyetleri diye bir şey icat eder, açıyı bu yolla kapamaya çalışır. Tanrı gibi bir şeydir bu Türkiyenin mecburiyetleri; Tayyipi bile anti-emperyalist kahramana dönüştürüverir. Bu mecburiyetler, neden Tayyipi dönüştürmek gibi zor işlerle uğraşır dolambaçlı yollara sapar da gerçek anti-emperyalistleri dümene geçirmez, bir türlü anlaşılamaz. Dahası, anti-demokrasi, laiklik düşmanlığı, gericilik, dincilik, sömürü, işsizlik vb. de Türkiyenin mecburiyetlerine dahil midir; yanıt verilemez. Kimimizin gözde miti devlettir veya millettir.

Kimimiz, soyut bir sosyalizmi her kapıyı açacak anahtar gibi görür. Açı her defasında sosyalizm ile kapatılır. Uzun vadeyi kısa yoldan aşma yanılsamasıdır bu. Kimimiz öncüyü/örgütü mitleştirir, kimimiz yine soyut bir kavram olan halkı. Kimimiz de bireyi; herkes kendi evinin önünü süpürse tertemiz olacaktır ülke…

Oysa açıyı kapatmanın (ki eşyanın tabiatı gereği hiçbir zaman tamamen kapanamaz) tek yolu kolektif emektir; diğerleri buna bağlıdır. Sadece uygarlık döneminde de değil, insanlaşmanın başından beri…

Emeğin belirleyiciliği, geleceğin olasılıklı (hatta kaotik) olduğuna vurgu yapmak demektir. Bu da, geleceği yaratmanın insanın kendi inisiyatif alanında olduğu anlamına gelir. Enternasyonal Marşında söylendiği gibi: Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.

Emek, mitleri, illüzyonları, yanılsamaları eleye eleye ağırlığını koymaktadır. Emeğin belirleyiciliği kavrandığı zaman, felsefe, sanat, bilim, teknoloji, akıl da gerçek değerini kazanacaktır.