Toplumlar ne kadar gerileyebilir? Teorik olarak yok olmaya kadar gerileyebilirler. Örneğin gezegenimizde çok büyük bir doğal felaket gerçekleşir ve insan türü ortadan kalkabilir. Böyle durumlar tartışmamız dışı. Herkese gelen düğün bayram!
Veya insan marifetiyle küresel bir felaket yaşanabilir; örneğin büyük çaplı bir nükleer savaş gerçekleşir ve uygarlık dediğimiz olgu ortadan kalkabilir (yani Einsteinın dördüncü dünya savaşının oklar ve mızraklarla yapılacağı öngörüsü). Bu da tartışmamız dışı; böyle durumları distopya ve bilimkurgu meraklılarına bırakalım.
Daha somut ve yakıcı bir tartışma yapmak için sorduk bu soruyu. Modernite yolunda ilerlemiş toplumlar yeniden Modernite öncesine gerileyebilirler mi? Örneğin bir ulus olmuşken, yeniden ümmete dönüşebilirler mi? Şu veya bu düzeyde bireyler toplumu olmuşken, yeniden kullar toplumu haline düşebilirler mi?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bu çapta bir geri dönüş yaşamamak için ne kadar ilerlemiş olmaları gerekir? Bu sürecin kritik eşiği nedir?
Dikkat edilirse, politik bir dönüşümden (gerilemeden) değil, toplumsal bir dönüşümden (gerilemeden) söz ediyoruz. Modernite karşıtları iktidarı ele geçirebilirler ve hayli yol alabilirler veya gerici bir dış müdahale yaşanabilir; ama bu tür girişimler toplumun yeniden pre-modern (Modernite öncesi) bir hale dönüşmesine yol açabilir mi? Politik bir karşı-devrim yapabilirler; ama toplumsal bir karşı-devrim gerçekleştirebilirler mi?
Daha somutlayalım: Türkiye Cumhuriyeti yeniden Osmanlıya (Recepli de diyebilirsiniz) dönüşebilir mi? Avrupa yeniden feodaliteye geri dönebilir mi? Rusya Çarlık sistemine, Çin hanedanlar dönemine geri düşebilir mi?
***
Genel olarak (kuramsal olarak) bildiğimiz şu: Bir toplumsal devrim yaşanmışsa, -birçok başka şey yaşanabilir ama- artık bir toplumsal karşı-devrim yaşanmaz. Demokratik (Modernite) devrimlerini gerçekleştirerek kapitalist veya sosyalist yolda ilerlemiş toplumlar -bu iki yol arasında salınabilirler ama- yeniden Modernite öncesine döndürülemezler.
Hiçbir toplumsal düzen, içindeki bütün üretici güçler gelişmeden ortadan kalkmaz; ve yeni, daha üstün üretim ilişkileri de, onların varlıkları için gerekli olan maddi şartlar eski toplumun rahminde olgunlaşmadan asla ortaya çıkmazlar diye yazmıştı Marx (Marxın sözünü ettiği toplumsal devrimdir, politik devrim değil).
Marxın analizini tersten okursak, içindeki bütün üretici güçleri geliştirerek ömrünü doldurmuş ve aşılmış bir toplumsal düzen yeniden hortlayamaz.
Günümüze dek defalarca kanıtlanmış kuram böyle söylüyor. Fakat öyle bir dönemden geçiyor ki insanlık, bu kuramı yeniden masaya yatırmakta fayda var. Hele bir de Rosa Luxemburg gibi itibarlı bir sosyalist liderin daha 20. yüzyılın başlarında Ya sosyalizm ya barbarlık gibi -bu çapta bir distopyayı olasılıklara dahil eden- bir sloganı ortaya atmış olduğu gerçeği varken… Hele hele Rosaların önderlik ettiği proleter devrimin yenilgisinden sonra Almanya gibi bir ülkede Nazizmin ortaya çıktığı gerçeği hâlâ sıcakken…
Almanyada sosyalist devrim yenildi, ardından Hitler faşizmi geldi, sonra o da yenildi, Almanya ikiye bölündü, bir parçası sosyalizm yoluna girdi, sonra o sosyalizm de çöktü, vesaire vesaire. Sonuç olarak dönüp dolaşan, direklerden dönen Almanya, yine kapitalist Almanya; yani feodalizme veya barbarlığa düşmedi (tıpkı ittire kaktıra finallere gelip sonunda şampiyon olan Alman futbol takımı gibi). Marxın kuramına bir halel gelmedi!
(Bütün bunların neden Almanyada, biraz da İtalya ve Japonyada yaşandığı ilginç bir konu; daha da ilginci bugünkü ABDnin konumu… Sizi gidi köksüz, sonradan görme kapitalistler! Hatta tümden kapitalizmin köksüz ve kadimsiz bir rahimden doğduğu söylenebilir mi? Bir başka yazıda tartışırız bunları.)
Ama biz daha günümüze ait ve bize benzeyen örnekleri tartışalım. Afganistan, Irak, Suriye, Libya… ve dilim varmıyor ama Türkiyenin durumuna yoğunlaşalım.
***
Saydığımız örneklerden Türkiye dışındakilerin kısmen toplumsal bir geriye düşüş süreci içinde oldukları görülüyor. Sürecin nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil, ama bu toplumlar birkaç yüzyıl geriye düşmüşlerdir (veya ciddi olarak böyle bir tehlike ile karşı karşıyalar). Bir toplum olma niteliklerini dahi kaybetmenin eşiğine gelmişlerdir. Toplam nüfuslarının ciddi bir bölümü ufalanmış ve dünyaya yayılmıştır.
Türkiye nüfusunun üçte birinin vatansızlaştığını ve dünyaya saçıldığını, dahası mevcut vatanın da yarısının vatan olmaktan çıktığını, itin kopuğun cirit attığı devletsiz bir coğrafyaya dönüştüğünü düşünün; işte böyle bir durum…
Türkiye saydığımız diğer ülkelerden, ciddi bir Modernite devrimi (Cumhuriyet Devrimi) gerçekleştirmiş olmakla farklılaşır. İkinci fark, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın -eşiğine gelmesine karşın- hiçbir zaman sömürgeleştirilememiş olması ve bu tür emperyalist girişimlere karşı Bağımsızlık Savaşı gibi bir tepki verebilmiş ve sınırlarının cetvelle çizilememiş olmasıdır. Bu tarihsel olguların ne kadar önemli olduğunu, ne kadar güçlü bir dayanak noktası teşkil ettiğini, günümüzde kurtlar sofrasına dönüşmüş bölgemiz koşullarında sanırım daha iyi anlıyoruz.
Peki, yeterli mi? Türkiye toplumu kritik eşiği aştı mı? Tayyipler akıntıya kürek mi çekmektedirler, yoksa başarabilirler mi?
Bence bu sorunun yanıtı ortada. Gönül rahatlığıyla beceremezler de diyemiyoruz, yoğun bir karamsarlığa kapılıp bitti bu ülke demek de gerçekçi değil. O halde, nesnel koşulların yanı sıra, sınıf mücadelesinin öznel seyri verecek bu yanıtı. Ve tabii, sadece ülke içi koşullar değil dünya çapındaki süreçlerin seyri de önemli.
Türkiye bir Modernite devrimi yaptı, ama tamamlayamadı, yeteri kadar kökleştiremedi. Modernite değerleri ve normları toplum tarafından tam olarak içselleştirilemedi, birer toplumsal refleks haline gelemedi. Devrimin öncü sınıfının niteliklerinden ötürüdür bu. Bakın bu sınıf yozlaşıp yozlaşıp Tayyipgilleri bile yaratabiliyor.
***
Türkiye, nüfusunun büyük çoğunluğu kentlerde yaşayan, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu bir ülke. Bu anlamda eşik aşılmıştır; yani yeniden feodal ilişkilere ve kıra dönüş söz konusu değil. Fakat tek başına bu olgu, Modernite değerlerinin ve normlarının toplum içinde kök saldığı ve toplumsal bir refleks haline dönüştüğü anlamına gelmiyor. Çünkü Modernite devrimimizin yukardan aşağıya niteliği ağır basıyor.
Benzer bir durum pek çok ileri kapitalist ülke için dahi geçerli. Örneğin Alman, Japon, hatta Amerikan demokratik devrimleri de -Fransız ve İngilizlerinkine nazaran - daha gecikmiş ve yukardan özellikler taşıyor. Farklı süreçler yaşamış olmakla birlikte Rusya için de aynı şey söylenebilir. Çin ise farklı bir coğrafya (ülke değil); günümüzde yoğunlaştırılmış ve ultra-modern bir sanayi devrimi yaşıyor.
Demokratik normların toplumsallaşmasının zayıf olduğu bu tür ülkelerde, altyapıdaki kapitalist ilişkiler ile üstyapıda hortlayabilen feodal nitelikler birbiriyle rahatlıkla uyuşabiliyor; özellikle emekçi sınıfların etkinliğinin gerilediği koşullarda. Zaman zaman geri düşüşlerin yaşanmasının ve taban bulmasının nedeni bu. (Aslına bakılırsa kapitalizmin beşiği olan Avrupanın da tarihi böyle kapitalist-feodal gerici ittifaklarının yaşandığı dönemlerle dolu.) Dünya çapında küresel kapitalizmin üretimden kopuk mafyatik özelliği ve toplumsal ufalanmayı destekleyen tutumu da bu geri düşüşlere zemin hazırlıyor.
Kısacası insanlık, Modernite öncesi dönemden gelen kalıntıları geri dönülmez biçimde aşma sürecinin henüz çok başlarında. Sadece bizim gibi ülkeler için değil; ileri kapitalist denilen çoğu ülke için de…
Bu nedenle sosyalist atılımların birer Modernite devrimi niteliği taşıdığını ve hangi yöne gidileceğinin tamamen emekçi sınıfların ağırlığına ve Modernite değerlerinin ne kadar toplumsallaşabildiğine bağlı olduğunu söylüyoruz.
***
Son olarak, bu geri-düşüş dönemlerinin ciddi toplumsal gerilimler yarattığını, toplumu farklı yüzyıllarda yaşayan insan kümelerine böldüğünü ve çok zorlanırsa parçalanma tehlikesi barındırdığını da ekleyelim. Ezilen dünyada, özellikle bölgemizde pek çok ülkenin durumu budur; Türkiyenin önünde de böyle bir tehlike mevcuttur.
Peki, bu geri-düşüş süreci nasıl aşılabilir? Modernite değerlerini içselleştirenlerle içselleştirememiş olanların kapışması ile mi? Bu, tam da sözünü ettiğimiz felaket anlamına gelir. Tek bir çare vardır: Modern ve devrimci bir sınıfın -İskender kılıcı misali- müdahalesi ve durumu toparlaması. Gerilemeler ve geri-düşüşler tarih boyunca hep böyle aşılmıştır.
İşin ilginç tarafı, bu tembel sınıflar, böyle geri-düşüşler yaşanmadan da harekete geçmiyorlar. Çare olmuyorlar; son çare oluyorlar… Çaresizliğin çaresidir devrim.