Kürt sorunu uzunca bir süredir uluslararası nitelikte; yani sorunun çözümünde inisiyatif sadece Türkiyeli odaklarda (hem iktidarları hem de ilerici unsurları kastediyorum) değil. Bu noktaya gelinmesinde Türkiye’nin gerici-milliyetçi iktidarlarının inkâra ve şiddete dayalı politikalarının belirleyici rolü var. Emperyalist müdahaleler bu zeminde etkili olabildi.
Kürt sorununun uluslararasılaşması bir olgu; ama bu olgu Türkiyeli ilerici ve sosyalistlerin Türkiye’de -dışarıyı da etkileyecek ve örnek teşkil edecek- bir çözüm modeli oluşturmalarına engel değil. Biz bu yönde uğraş vermeliyiz.
***
1904 yılında yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı ünlü makalesinde Yusuf Akçura, toplumun önünde üç farklı yolun bulunduğunu belirtmişti: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Bunları nesnel biçimde ele alan Akçura, o günün koşullarında olası tek yolun Türkçülük olduğunda karar kılmıştı. Akçura ve benzeri düşünürlerin Türkçülüğü, etnik kökene dayalı gerici bir milliyetçilik değil, özgür bir vatan oluşturmaya yönelik, anti-emperyalist ve modernist bir Türkçülüktü. Kısacası Fransız Devrimi yoluydu. Mustafa Kemal ve genç Cumhuriyet kadrolarının da bu yolu tuttukları biliniyor. 100 yıllık Cumhuriyet deneyimi, bu yolun topluma yaptığı olumlu katkıların (bunlara Cumhuriyetin kazanımları diyoruz) yanı sıra sınırlılıklarını da ortaya çıkarmıştır; daha önce çok değindiğimiz için tekrar etmiyoruz.
Aslında -çok farklı koşullar olmakla birlikte- Türkiye toplumunun önünde bugün de üç yolun bulunduğu söylenebilir: 1) İslamcılık/Osmanlıcılık; bunları “ümmetçilik” başlığı altında toplayabiliriz. 2) Türkçülük. 3) Emekçi Modernitesi. Bu üç yolu, yazımızın konusu olan Kürt sorunu bağlamında kısaca ele alalım.
***
Uluslaşma Modernite’nin evladıdır. Haraçlı sistemlerin ve aristokrat iktidarının yıkılıp, derebeyinin serfi, -tanrı adına- kralın/imparatorun/padişahın kulu, ağanın marabası olmaktan kurtulan ve “ümmet” olmaktan çıkıp “vatandaş” olan insanların oluşturduğu topluluktur uluslar. Buraya kadarı evrensel bir olgudur. Batı’da da Doğu’da da, Avrupa’da da Asya’da da, Amerika’da da Japonya’da da uluslaşmanın başlangıcı ve zemini budur.
Bundan sonrası ise çatallanır. Ortaya çıkan vatandaşlar topluluğunun hangi potada ve nasıl eriyecekleri (eritilecekleri) sorusunun yanıtı mekâna, zamana ve tarihe bağlı olarak çeşitlenir. Genel bir Avrupa modelinden (kapitalizm potası da diyebiliriz) söz edilebilir; ama yakından bakıldığında Avrupalı toplumların bu modelin birbirinden oldukça farklı versiyonlarını yaşadıkları görülür. Kapitalizm modeline dahil edilebilecek ABD ve Japonya gibi ülkelerdeki uluslaşma süreçleri ise bambaşkadır. Avrupalı toplumlar uluslaşmayı sürdürüp bir “Avrupa ulusu” yaratamadılar (Gerçi devrimci dönemde Napolyon, gerici dönemde de Hitler bunu denedi ama olmadı) ama Amerika’da bağımsızlık savaşı ve devrimci iç savaştan geçerek yaratılan potada bir biçimde bu Avrupa ulusunun oluştuğu söylenebilir. Başta Marx ve Engels olmak üzere 19. yüzyıl sosyalistlerinin Avrupa modeli ise kapitalizmin reddi ve proletarya enternasyonalizmi temelinde düşünülmüş ama o da gerçekleşmemiştir.
Avrupa dışındaki toplumların uluslaşması ise yine Modernite atılımları zemininde gelişmiş ama tamamen farklı bir yol izlemiştir. Bu toplumlar sadece kendi aristokrat yönetimlerine karşı değil, kapitalist sömürgeciliğe ve emperyalist müdahalelere de direnerek uluslaşma sürecine girmişlerdir. Dolayısıyla Avrupa yolundan çok farklı “Modernite potaları” gündeme gelmiştir bu coğrafyalarda. Ama bu potaların temel niteliği Avrupa’daki gibi kapitalist değil, tersine anti-kapitalist ve anti-emperyalist olmasıdır. Kaldı ki, özellikle Asyalı toplumlar, Avrupalılar gibi parçalı (feodal) bir geçmişten değil, çok çeşitli etnik grupların bir arada yaşadıkları büyük merkezi haraçlı imparatorluklardan gelmektedirler. Yani -zaman ve mekân boyutlarının yanı sıra- tarih boyutu da tamamen farklıdır. Avrupa modeli, bizzat Avrupalı sömürgeci ve emperyalist devletlerin müdahaleleri dolayısıyla da geçerli değildir bu coğrafyalarda. Öte yandan Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi, yüz milyonların katıldığı ve gelecek için güçlü bir miras oluşturan farklı uluslaşma (ve Modernite) modelleri çıkardı bu coğrafya.
Toparlarsak şu sonuçları çıkarabiliriz (bunların hepsi koca koca tartışmalar, ben kendi çıkardığım sonuçları yazıyorum):
1) Uluslaşma Modernite’nin evladıdır. Dolayısıyla dinciliği, ümmetçiliği, saltanatçılığı baştan eleyebiliriz. İsteyen “ümmet” denilen -toplum diyemeyeceğim- güruhun içine mikroskopla bakabilir: aşiretler, cemaatler, tarikatlar, mezhepler, şeyhler, şıhlar, despotlar, kullar, lümpenler, şarlatanlar mikroplaşması… Buna bir de emperyalist girdiye en uygun zemin olduğunu da ekleyin.
2) Uluslaşma Modernite’nin evladıdır, kapitalizmin değil. Avrupa’ya özgü kapitalizm potası, uluslaşmayı, Avrupa içinde “ulusçuluğa/milliyetçiliğe”, Avrupa dışında da sömürgeciliğe ve emperyalist sömürüye dönüştürmüş ve bu niteliğiyle uluslaşmanın (genel alamda Modernite’nin) önündeki esas engel haline gelmiştir. Uluslaşma ile ulusçuluk birbirine zıt yönelişlerdir; biri ileriye bakar diğeri geriye… Uluslaşmanın sonul hedefi Dünya vatandaşlığı ve enternasyonalizmdir.
3) Bizimki gibi toplumların uluslaşması ancak ve ancak emperyalizme karşı birleşerek (yani kardeşleşerek) gerçekleşebilir. Avrupa yolu, Avrupa dışındaki coğrafyalarda felaketlere yol açar (aslında Avrupa’da da -hem de tüm dünyayı etkileyen- felaketlere yol açmıştır). Bugün o felaketleri çeşitli noktalarda yaşıyoruz; bu noktaların biri de bizim ülkemiz. Türkler Türkçülük yaparak, Kürtler de Kürtçülük yaparak, yani ulusal duruşlarını birbirlerine karşı tanımlayarak uluslaşma sürecinde ilerleyemezler. Türk uluslaşması Kürt unsuru kapsayamadı. Kürt uluslaşmasının zaten Türk unsuru kapsamak gibi bir olanağı yok. O halde tek yol uluslaşma süreçlerinin ortaklaştırılmasıdır. Her türlü milliyetçilik (Türkçülük, Kürtçülük vb.) hem uluslaşmanın önünde bir engele dönüşür hem de döner dolaşır emperyalist işbirlikçiliğiyle sonuçlanır bizimki gibi coğrafyalarda. Kanıt isteyen, Türkçülüğün ve Kürtçülüğün ülkemizdeki geçmiş ve güncel pratiğine baksın.
***
Tek bir yol kalıyor: Emekçi Modernitesi. Savunduğum halde “Sosyalist Modernite” demiyorum; şimdilik ideolojik bir tanımla değil sınıfsal bir tanımla yetinelim. Bırakalım zaman hangi adı koyarsa koysun.
Ülkemiz çapında düşünürsek, sorunumuz Türk ve Kürt uluslaşmasını nasıl ortaklaştırabileceğimizdir. Bu, genç Cumhuriyetin de sorunuydu; yol aldı ama çözemedi. Bugün çok daha yakıcı biçimde ortak bir çözüme muhtacız.
Türk ve Kürt kökenli vatandaşlar ortak bir ulus yaratma yoluna girebilirler ve bu yönelim tüm bölge için örnek bir model oluşturabilir. Bunun için üç ön kabulde anlaşmak gerekiyor: 1) Türkler ve Kürtler, iç içe geçmiş, aynı vatanı paylaşan, gelecekleri ortaklaşmış, eşit haklara ve sorumluluklara sahip iki kardeş ulusturlar. 2) Anti-emperyalizm. 3) Emek kardeşliği.
Şu anda hakim politika bu modelden yana değil. Fakat yaşadığımız coğrafyanın toplumsal koşulları bu modeli dayatacaktır. 35 yıldır süren bir iç savaşa, ağır kayıplara ve sayısız provokasyona karşın geniş kitleler ortak yaşamdan yanadır (bu sosyolojik olgunun çeşitli boyutlarını başka yazılarda ara ara işleriz). Hatta iddiam, toplumsal düzlemde sürecin ayrışma yönünde değil birleşme yönünde ilerlediğidir. Hakim politika tarafından bastırılan bu sosyolojik olgu, yakın gelecekte ister istemez kendi özgün politikalarını da yaratacaktır.
“Tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek ulus” mu hedefleniyor? Bu hedefe ancak şu yolla ulaşılabilir: Ortak vatan, ortak devlet, ortak bayrak ve giderek ortak ulus. Elbette eşitlik, demokrasi, bağımsızlık ve emek kardeşliği zemininde. Başka türlü de ortaklık olmaz zaten… Bu yönde kararlı bir politik irade, bu ortaklığın yol haritasını oluşturur ve biçimlerini de bulur.